Kategoriler

29 Şubat 2012 Çarşamba

Lou Andreas-Salomé (1861-1937)




12 Şubat’ta St. Petersburg’ta doğdu.



Anılara hep sadık kaldım, insanlaraysa asla.

Lou Salomé üzerine yazılan biyografilerde, kimine göre uslanmaz bir aşık, kibar bir fahişe ya da soğuk bir kadın, kimine göre eşi benzeri bulunmaz güzellikte, alımlı ve entelektüel bir kadın olarak nitelendirilir. Bunca farklı niteliğin aynı kişiye yakıştırılmasının nedenlerinden biri Lou’nun St. Petersburg’tan Paris’e, oradan Münih ve Roma’ya uzanan bir coğrafyayı yazıları, üstün zekası ve güzelliğiyle kendisine yaşam alanı seçmişliğinde, bir diğeriyse Nietzsche, Rilke, Freud ve daha birçok erkeğin, kadının hayranlık duyduğu, ayrıksı, kendine özgü ve bağımsızlık tutkunu bir kadın oluşunda yatar. Döneminin geleneksel normlarının dışında kalmayı, yaşam biçiminin kurallarını kendi koymayı yeğleyen, ekonomik bağımsızlığına değer veren ve kendisini herhangi bir gruba ait hissetmeyen bir yazar, şair, psikanalist. Kimi yazıları Henry Lou mahlasıyla çıktıysa da yazılarının çoğu kendi adıyla yayınlandı, gelgelelim bireysel kimliği ve yaşam biçimi yazılarının çok önüne geçerek onun en önemli başyapıtı oldu.
Kökeni Güney Fransa’daki Yahudi Salomelere dayanan, sonradan Protestan olmuş bir ailenin çocuğu olan babasının görevi nedeniyle gittiği St. Peterburg’da doğdu Lou Salomé. Burjuva sınıfından ve babasının da general oluşundan İngiliz ve Fransız mürebbiyelerle büyüdü. Fransızca, Almanca ve Rusça öğrendi. Protestan bir rahip olan Hendik Gillot ile felsefe, dinler tarihi ve teoloji çalıştı ayrıca Kant, Leibniz, Fichte, Spinoza vb. düşünürlerin felsefelerini tartıştılar. Gillot verdiği özel derslerde Lou’nun entelektüel yanını uyandırmakla kalmadı, ona aşık oldu. İki çocuklu ve evli olan rahip eşinden ayrılarak Lou ile evlenmek istediyse de, Lou için böyle bir aşkı yaşamak imkansızdı.
Çok sevdiği babasının ölümünden sonra (1879) eğitimine çok az sayıda kadın öğrenci kabul eden Zürih Üniversitesi’nde devam eden Lou Salomé, sağlık nedeniyle Roma’ya gitmek zorunda kaldı. 1848 devriminde Münih’ten Roma’ya giden, yazar, idealist bir kadın hakları savunucusu  Malwida von Meyerburg ile yakın arkadaşlık kurdu. Malwida onu kendi himayesi altına aldı. Berlin’deki edebiyat tartışmaları alışkanığını Roma’da da sürdürebilmek için sanatçı ve yazarları bir araya toplayan Malwida, yakın arkadaşları Paul Reé ve Nietzsche ile tanıştırdı Lou’yu. İki adam da ona aşık oldu. Lou kadın olarak zihnini geliştirmesinin yanı sıra güzel bir yüze ve bedene sahip olmanın ikilemini yaşadı. Çünkü içinde yaşadığı dönemdeki yaygın kanı, zihinsel etkinliklerin erkeğe, güzel bir bedeninse kadına ait olduğuydu. İkisi arasında bir seçim yapmak zorunda kalarak kendisini sadece zihinden oluşmuş biri olarak görmeye başlayarak bedenini ve arzularını yok saydı. Bunun için de her ikisiyle de arkadaşlıklarının entelektüel düzlemde sürmesini istedi. Nietsche’nin bu üçlü ilişkiden yola çıkarak kurguladığı fotoğraf günümüze kadar ulaşmıştır: Lou’ya her iki erkeği bir arabanın önüne bağlayarak kendisini çekermiş gibi poz verdirmiştir fotoğrafta.  Lou Salomé’ye aşkını itiraf edip ters yüz edilen Nietzsche, Wagner’in de kendisine acı veren ölümünün aynı döneme denk gelmesiyle 1883 yılında Rapallo’ya giderek Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün ilk bölümünü kaleme almaya başladı. Bugünden bakıldığında bu karşılıksız aşkın tetiklediği kitap yazılmasaydı, nasyonal sosyalizmin temelini oluşturan düşünce nereden beslenirdi diye sormadan edemiyor insan.
Lou Salomé, Paul Reé ile yaklaşık üç yıl Berlin’de yaşadı. İlişkileri Lou açısından hep bir arkadaşlık düzleminde kaldıysa da Reé açısından aynısını söylemek pek olası değil. 1887 yılında oryantalist Profesör Friedrich Carl Andreas ile tanışıtı Lou Salomé. Andreas bir akşam yemeğinde elindeki bıçağı göğsüne sapladı, iyileştiğindeyse bunu kendisiyle evlenmesi için yaptığını dile getiridi, böylece Lou yaşamının sonuna değin sürecek evliliği onunla gerçekleştirdi ve ölünceye dek Andreas adını taşıdı. Ancak bu ilişkide de cinsellik Lou için akıl almaz bir yakınlaşma biçimiydi.
Lou Salomé otuz beş yaşında en tutkulu aşkını yaşadı. Henüz 21’inde olan Rainer Maria Rilke ile tanışıtı. Her ikisi için de tutkulu ve yakıcı bir aşktır yaşanan. Ön adı Rene olan yazarın adını, Lou, kadınsı bularak Rainer olarak değiştirmesini istedi. Lou için tek “gerçek aşk” Rilke ile yaşadığıdır. Rilke’nin tüm metinleriyse yine onun aşkıyla hayat bulur. Rilke ve Salomé iki kez Rusya’ya gitti. Rusya önceleri ikisi için de aşklarının en keyifli mekânı olduysa da aynı zamanda da ilişkinin koptuğu mekân oldu. Rilke’nin davranış biçimleri ve korkuları Lou için önemli psikolojik rahatsızlıkların ipuçları oldu. Bu ayrılığa karşın arkadaşlıkları yaşamlarının sonuna değin yazışmalar ve görüşmelerle sürdü.
Frida Bülow ve Helene Klingenberg’le çok yakın arkadaşlık kurdu. Başı sıkıştığında farklı karakterlere sahip bu kadınlarla dertleşti, söyleşti. Ayrıca yaşadığı yıllarda kadın hareketinde etkinlik gösteren Ellen Key, Helene Lange, Hedwig Dohm, Anita Auguspurg vb. önemli feministlerle tanıştı. Ancak kendisini bu hareketin içinde konumlandırmadı hiçbir zaman. Romanlarında kurguladığı kadınlar da bu akımın temsilcisi olmadılar.
İsveç’te tanıştığı, sinir hastalıkları mütehassısı Poul Bjerre ile yoğun bir ilişki yaşadıkları sırada Almanya’da bir psikanaliz kongresine gittiler ve orada Freud ile tanıştı. İleriki yıllarda onun seminerlerine katıldı. Bu meraklı ve çalışkan öğrencisi Freud’un kısa zamanda ilgisini çekti ve psikanaliz tartışmalarında ona da yer verdi. Lou bu tartışmalar sonucunda kendisini ve insanların iç dünyalarını daha iyi anlamaya başlayarak bunu metinlerine yansıttı. Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşadığı derin acıların üstesinden gelebilmek için psikanalist olarak çalıştı ve psikanaliz üzerine yazılar yazdı.. Kendisi belki hiçbir zaman büyük psikanalistler arasında yer almadı, ama Freud’la yaptığı tartışmalar, ünlü psikanalistin geliştirdiği kuramlarda önemli katkılar sağladı.
Lebensrückblick adını verdiği, 70’li yaşlarında kaleme aldığı özyaşamöyküsel yazılarında Salomé, yaşadıklarını, anımsadıklarını ve kendisinde iz bırakan insanları anlatırken geçmiş zamandan söz etmez. Yaşam yolunu kendi elleriyle çizen Lou, kişileri hiyerarşik bir düzende, önem sırasına göre anlatmaz. Bir bellek çalışması değil de sanki şimdiki zamanda yaşanan olayların aktarımı gibidir. Anıları için şöyle der : “ Belleğimde sana ait düşünceleri geçmişte kalmış gibi değil, şu anda yaşıyormuşum gibi deneyimliyorum. Bu bir cenaze değil, bir yaşam deneyimiydi.”

“Nisan, bizim ayımız Rainer. (…) Yıllarca senin karın oldum, çünkü benim için ilk gerçek sen oldun, beden ve insan birbirinden ayrılmaz bir bütün, yaşamın kuşku kaldırmaz gerçekliğinin ta kendisi. “Sen, sadece sen gerçeksin” sözleriyle aşkını itiraf ettiğin gibi,  ben de harfi harfine aynı şeyi itiraf edebilirim. Bu gerçeklikle eş olduk, daha çok arkadaş olduk. Gerçi bu arkadaşlık bizim seçimimiz değildi, bilinçaltında tamamlanmış evliliklerdendi daha çok. İki ayrı yarımız içimizde birbirini aramadı:  şaşkın bir bütünlük, titrek, derin bir bütünlükte buldu kendini. Böylece kardeş olduk- o eski çağlardan kalma, ensestin, mukaddes olana hürmetsizlik sayılmadığı dönemden kalma bir kardeşlik.” (Lebensrückblick, Çeviren: Meral Oraliş) 



                                                       
             

Lou Salomé, Paul Reé, Friedrich Nietzsche
                                                                 
                                                                                             Rainer Maria Rilke,  Lou Salomé                                                                                                              
     






21 Şubat 2012 Salı

Juana Edelmira Antolina Rosa (Anaïs) Nin y Castellanos (1903-1977)


Anaïs Nin 


21 Şubat’ta Neuilly-sur-Seine’de (Paris) doğdu.




“Yalnızca, bir kadın olmayı arzuluyorum. Kitap yazmak,
dünyayla dogrudan, dolaysızca yüzlesmek,
salt edebi kan nakliyle yasamak.”

“Kendimi, roman kişisi olarak ele aldığımda, çok daha iyi hissediyorum”  diyen  Anaïs Nin, yaşam öyküsüyle kurmacayı iç içe harmanlayıp kendini bedenine ve kimliğine ilişkin en yakıcı konuları kaleme aldı. Hayalle gerçeği birbiri içinde eriten yazar bilinçakışı tekniğini sıkça kullandı.  O güne değin hiç olmadığı kadar sınırsızca kadının bedenini, duygu ve düşünce dünyasını tüm çelişki ve yalınlığıyla yazısının konusu haline getirdi.
Yazmaya, piyanist, besteci olan babası, Joaquin Nin y Castellanos’un aniden evden gidişiyle başladı. Danimarkalı-Fransız  kökenli şarkıcı olan annesi Rosa Culmell Nin bu ayrılığın ardından çocuklarını alarak önce Barcelona’ya sonra da New York’a göç etti. Yolculuk sırasında günce yazmaya başlayan Anais Nin, yaşamı boyunca yazmayı sürdürdüğü ve yaklaşık 35.000 sayfa olan güncelerinin birinde babası için:  “Hayatta ilk düşkün olduğum insan babam, bana ihanet etti ve dağıldım.(…) Dağıldım, dağıldım, geriye milyonlarca anlamsız ilişki kaldı” dedi.
1923’te yaşamının sonuna kadar evli kaldığı Hugh Guiler ile Havanna’da evlendi. Bankacı olan Guiler’le önce Paris’e sonra da Louvecienns’e yerleştiler. İngiliz yazar D.H. Lawrence üzerine çalışan Nin, 1932 yılında D.H.Lawrence An Unprofessional Study adındaki kitabını yayınladı.
Nin, 1931’de Paris’te tanıştığı Henry Miller ile kısa sürede  sarsıcı bir aşk yaşadı. Miller’a Yengeç Dönencesi kitabını kaleme alırken gerek daktiloya geçirme ve düzeltmeleri yapma sürecinde gerekse baskı için maddi desteği sağladı; kitabın önsözünü yazdı. Her türlü toplumsal baskı, otorite ve tabuya cinselliğin sınırsız olanaklarıyla karşı koyan Nin, Henry Miller ve karısı June Miller’a karşı duygularını, arzularını ve onlarla yaşadıklarını Henry ve June adlı kitabında dile getirdi. Yaşamında önemli izler bırakan bu aşk üçgenini öykülediği günceleri yayınlandığında, kocası Hugo’u anlattıklarının tamamen kurmaca bir dünyanın ürünü olduğuna inandırdı. Yaşanmışlıkların ve ertelenmişliklerin dışında öykülemelerindeki kişi çözümlerini gerçekleştirmesinde ona yol gösteren bir başka etken de, “Société Française de Psychanalyse”i kuran René Allendy’le Fransa’da, Otto Rank ile de New York’ta psikanaliz seanslarına kimileyin hasta kimileyinse psikanalist olarak katılmasıydı.
1939 yılında Almanya’nın Polonya’ya saldırmasıyla birlikte Fransa’daki yabancılara yurt dışına çıkmaları çağrısı yapıldı. Bu çağrının hemen ardından Hugo ile New York’a gittiler. Onlarla birlikte Gonzalo More ile Fransa’da başlayan ilişkileri de Amerika’ya göç etmişti. More ve Nin “Gemor Press” adlı küçük bir yayınevi kurarak birçok kitap yayınladılar. Ancak yayınevinin ömrü bu ilişkinin ömrü kadar beş yıl daha sürdü.
Nin kırk dört yaşındayken Polonya kökenli Rupert Pole’e aşık oldu. Bu sırada Hugo ile evli olan Nin, eşzamanlı Kaliforniya’da Pole  ile evlendi. Her iki evliliğini de birbirinden habersiz yaşamının sonuna değin sürdürdü. Gelgelelim 1953 yılında geçirdiği bir tümör ameliyatının uzantısı olarak hastalığı yinelediğine Rupert Pole’nin yanında kalmayı ve  ölmeyi yeğledi. Pole küllerini bir helikopterden Pasifik Okyanusu üzerine serpti.
Anais Nin birçok araştırmada erotik edebiyatın önemli kalemleri arasında gösterilir. Ancak günümüzde Nin yeniden okunduğunda, onun bir kadın olarak kendisine sunulan rollere ve eril iktidarın söylemiyle belirlenmiş konumlandırmalara gerek metinlerinin yapısı ve öykülediği konular gerekse yaşam biçimiyle karşı durduğu daha da belirginleşir. Metinlerinde, cinselliğini farklı ilişkilerde yeniden keşfeden bir kadının bedeninin; deneyimlediği hayatta ilişkide olduğu kişileri ve kendini durmaksızın sürdürdüğü sorgulamalar ve deneysel yollarla yeniden tanımladığı/gerçekleştirdiği kimliğinin yansımalarını bulmak olasıdır.

„Bir gün Hugo’yla Henry arasında seçim yapmak zorunda kalırsam, hiç duraksamadan Hugo’yu seçerim. Hugo adına kendime tanıdığım, ondan gelen bir armağanmışçasına kabullendiğim özgürlük, ona duyduğum sevginin boyutunu, gücünü artırıyor.
(…) Saçlarımı taramak için üst kata çıkarken, yarın koşa koşa Henry’ye gideceğimi biliyordum. Hayaletlerimle dövüşmek için yaptığım tek şey, beni odasının duvarına yaslamak ve öpmek, bugün vücudumdan neler beklediğini, hangi devinimleri, hangi tavırları istediğini fısıldamak. İsteklerine boyun eğiyor, cinnetine eşlik ediyorum. Birlikte, ancak rüyalarda görülebilen, gerçekdışı engellerin üstünden atlıyoruz. Ona neden âşık olduğumu artık biliyorum. Fred bile yanımızdan ayrılırken eskisi kadar kederli görünmüyordu; Henry’ye içimi açtım: Ondan dört dörtlük bir aşk beklemediğimi, bundan tıpkı benim gibi bıkıp usandığını bildiğimi, içimin ani bir bilgelik ve mizahla dolup taştığını, bizim artık sevişmek istemeyeceğimiz ana kadar ilişkimizi hiçbir şeyin durduramayacağını söyledim. Zevkin ne olduğunu galiba ilk kez anlıyorum.
(…) Eduardo kendimi asla tamamen vermediğimi söylüyor fakat kendimi Hugo’nun soyluluğuna ve kusursuzluğuna, Henry’nin şehvetine, Eduardo’nun güzelliğine nasıl teslim ettiğimi gördükçe bu iddiası bana olanaksız geliyor.
(…) June’un muhteşem dediğim dedikliğini, inisiyatifini, zorbalığını düşündüm acı acı. Erkekleri âcizleştirenler güçlü kadınlar değil, kadınları aşırı güçlü yapanlar âciz erkekler diye düşündüm. Henry’nin karşısında, Latin kökenli bir kadının teslimiyetiyle, uysallığıyla geçtim; ezilmeye hazırdım.
(…)  Ah, üçümüz ne muhteşem bir oyun oynuyoruz. İblis kim? Yalancı kim? İnsan kim? En zekimiz kim? En güçlümüz? En çok kim seviyor? Biz üç hudutsuz egoyuz ve iktidar için mi çarpışıyoruz, yoksa aşk için mi? Yoksa bu ikisi birbirine mi karıştı? “ (Anaïs Nin, Henry ve June, Çeviren: Püren Özgören)


         
    Anais Nin, Rupert Pole ile
  Anais Nin, Henry Miller ile
                                              













                                                                                                 




17 Şubat 2012 Cuma

Elisabeth Langgässer (1899-1950)




23 Şubat’ta Alzey’de doğdu.


“Ne de olsa ben de bir insandım.”

Türkçede genelde kısaöyküleriyle tanınan Alman şair, radyo oyunu, roman yazarı. Yahudi kökenli Katolik babası Eduard Langgässer ölünce, Katolik olan annesi Eugenie Langgässer çocuklarıyla birlikte Darmstadt'a yerleşti. Hessen’de yaklaşık on yıl öğretmenlik yapan Elisabeth Langgässer daha sonra Berlin’e taşınarak sosyal pedagoji alanında seminerler verdi.

1930 yılında Berlin’de yayınlanan edebiyat dergisi Die Kolonne yazarlarına dahil oldu ve Funk-Stunde Berlin için radyo oyunları yazdı. 5 Mart 1933 yılında Hitler Almanya’sı öncesi yapılan son demokratik seçimlerde oyunu Nazi Partisi’ne vererek, kendisinin ve daha sonraları doğacak kızı Cordelia’nın kaderini belirleyecek kişiler arasında yerini aldı. Aynı yıl Ina Seidel ile Frauengedicht der Gegenwart’ı yayınladı.

1935’te filozof Wilhelm Hoffmann ile evlendi. 1936’da ise babasından dolayı yarı Yahudi sayıldığından Nazi Almanya’sının kültür kolları tarafından yazması ve yayın yapması yasaklandı. Bu yıl içinde multipl skleroz hastalığı teşhisi konmuş olmasına karşın 1944 yılının sonuna değin zorunlu hizmet vermek üzere fabrikada çalıştırıldı. Kızı Cordelia Nürnberg yasalarına göre tam bir Yahudi sayıldığından, İspanyol vatandaşlığı almasına karşın, Almanya dışına çıkması yasaklandı. Toplama kampı Auschwitz’e gönderildi. Cordelia, holokost sürecinden sağ çıkan nadir şanslı insanlardan oldu.

Elisabeth Langgässer’in yaratım sürecine baktığımızda yaşamında üç ayrı dönemi saptamak olası. Yazarın ilk dönemi, sadece şiir kaleme aldığı düz yazılara yer vermediği ve Der Wendekreis des Lammes. Ein Hymnus der Erlösung (1924) adlı şiir kitabını yayınladığı bir süreci kapsar. İkinci döneminde mitolojik öyküleri ve antik Yunan’dan seçtiği imgeleri kullandığı yazma sürecidir. Tierkreisgeschichte (1935) bu dönemin şiir kitaplarından Proserpina (1932) ise aynı döneme ait romanıdır. Bu romanında kadınlığın yinelenen kaderini mitolojik öykülerle analoji kurarak anlatır. Üçüncü dönemi, Der Laubmann und die Rose (1947) şiir kitabını ve onun başyapıtı niteliğindeki Das unauslöschliche Siegel (1946) adlı romanını ve Almanya’da ‘savaş sonrası edebiyat’ diye anılan hareket içinde yer aldığında yazdığı metinleri kapsar. 1950’de son romanı olan Märkische Argonautenfahrt’ı kaleme aldı ve kısa bir süre sonra hastalığı nedeniyle hayatını kaybetti.

Anlatı kişilerini ve metnin öyküsünü bildik anlatı teknikleriyle kurgulamayan Langgässer’in, metinlerinin temelini insanın içindeki tanrısal ve şeytani güçlerin çelişkileri oluşturdu. Georg–Büchner Ödülü sahibidir.


Her iki kadın, sanki önceden kararlaştırmışlar gibi, bira bardaklarını kaldırıp üzerindeki köpüğü üfledikten sonra yarısına kadar içtiler. Bira bardağını bir dikişte yarısına kadar boşaltmak… Hiç te fena içmiyorlardı!

(…) ‘Ah, Potsdam’dan kuzenim geldi de. Bir süre bizde kalacak.’ Cevabını vermiştim. ‘Öyle mi? Çok değişmiş kuzeniniz’ demiş ve benden başka bir cevap bekler gibi dik dik suratıma bakmıştı. ‘Evet bayan Geheinke. Biliyor musunuz böyle zor günlerde bir çok insan yüzü değişiyor,’ demiştim. ‘Sonra biliyor musunuz, geceleri bütün kediler siyahtır.’

Fakat o günden sonra bütün rahatım kaçtı; rüzgârın sabun köpüklerini üflediği gibi. Bütün gün Elsie’ye bakıp duruyordum. Yüzüne baktıkça da, bana daha fazla Yahudi geliyordu. Oysa bu saçmaydı. Onun Yahudi olduğunu anlamak zordu. Zarif, endamlı açık kahverengi hatta sarıya kaçan saçları, cetvelle çizilmiş gibi dümdüz, sadece ön kısmı biraz şişkin bir burnu vardı. Fakat buna rağmen kötü düşüncelere kapılmadan edemiyordum.

(…) ‘Ben mi? Nereden düşünebileyim. O günlerde ne düşündüğümü biliyor muyum ki! Sadece kellemizi kurtarmağı düşünüyordum.Fakat Elsie ise… nefret ettiğimiz ve kovmak istediğimiz Elsie değildi o anda. Kendini ele verirken hiç olmazsa, bizi kurtarmağı istemişti. İncil’deki başmelek kadar iyi yürekli.” (Ortadan Kayboldu, Çeviren: Ahmed Arpad)





Karoline Friederike Louise Maximiliane von Günderrode (1780-1806)


Karoline Günderrode


11 Şubat’ta Karlsruhe’de doğdu.


Yüregimde, tasıyabilir miyim atesli arzuları ?

19.yy’da „Romantik dönemin Sappho’su“  diye anılan Günderrode’nin şiirleri, düz yazıları ve oyunları zamanın anaakım edebiyat söyleminin örtüsü altında görünmez olan yapıtlar arasında kalmıştır. Sanatçının yeniden keşfedilmesi birçok kadın yazarda olduğu gibi 1970’lerdeki kadın hareketlerine dayanır. Kadın hareketleri bağlamında yapılan araştırmalarda, 19.yy seçkin sınıfın kadınlarının yaşam biçimlerine ve toplumda konumlandırılmalarına ilişkin önemli ipuçları taşıyan yapıtları güçlü bir dayanak noktası oluşturur.
Altı yaşında yazar olan babasının, Hector Wilhelm von Günderrode, ölümüyle annesi, Luise Sophie Victorie Auguste Henriette Friedrike von Günderrode, kardeşleriyle birlikte Karoline’yi alarak Hanau’ya taşındılar. On yedi yaşına gelince sadece evlenmemiş, soylu genç kızların kabul edildiği protestan Cronstetten kurumu çatısı altına alındı. Manastırvari katı kurallarla işleyen bu kurumdan yardım alan kızların iffetli, itaatkâr bir yaşam biçimi sürdürmeleri ve kendilerinden beklenen toplumsal rolleri eksiksiz yerine getirmeleri bir zorunluluktu. Felsefe, tarih, coğrafya, edebiyat, kimya ve Uzakdoğu mitolojisi konularında eğitim alan Günderrode, deneyimlediği kuralcı, tutucu ve sınır koyucu gündelik yaşamında şiiri kendine bir kaçış yolu olarak seçti. Fransız Devrimi’nden etkilenen Günderrode esaret, özgürlük, sevgi gibi motifleri şiirlerinde temel aldığı gibi; kimileyin antik, egzotik sembollerle ya da mitolojik, felsefi imgelerle bezenen ölüm, kendi yaşamındaki gelişmelere işaret edercesine soluğunu şiirinden hiç eksik etmedi. Gözlerindeki rahatsızlık nedeniyle şiirlerini yeşil kağıtlara yazdı.
Yakın arkadaşı Bettina von Arnim’e “Kadınlık ve erkeklik, bildik anlamlarıyla ele alınacak olursa, insanlığın engelidir” diye yazan Günderrode, toplumdaki cinsiyet rollerinin sabitlenmiş zorunluluklardan oluşmasını hep eleştirdi. Bunun için de yazdığı oyunlarda güçlü kadınlara kahramanlık özellikleri yükleyerek şablonlaşmış  yazma biçimlerini ve burjuva toplumunun değerlerini ters yüz etti. Bir yandan özgürlükçü düşünceleri öte yandan içinde yaşadığı toplumun kadın imgesi arasındaki ikilemi yaşarken, 1804’te Gedichte und Phantasien ve 1805’te Paetische Fragmente adlı kitaplarını bir erkek adı olan Tian mahlasıyla yazdı. Gunda ve Clemens Brentano’yla yakın arkadaş oldu; Schelling, Fichte, Schlegel ve Novalis’ten etkilenerek yapıtlarında onların izlerini sürdü.
Eskiçağ araştırmacısı profesör Friedrich Creuzer’in derslerine katılan Günderrode, onunla iki yıl süren bir aşk ilişkisi yaşadı. Creuzer’in evli oluşu yaşadıkları aşk kadar güçlü sorunlarla da başa çıkmayı gerektirdiyse de hüzünler ve kırgınlıklar ilişkinin sonunu getirdi. Creuzer’in yazdığı ayrılık mektubunu alan Günderrode 26 yaşında kendini hançerleyerek öldü. Ölümünden önce Creuzer’le ilişkisini, Ion mahlasıyla Melete adlı kitabında kaleme almıştı. Gelgelelim Creuzer ilişkinin açığa çıkması korkusuyla kitabın yayınlanmasını engelledi. Kitap ancak yüz yıl sonra yayınlanabildi.
Christa Wolf, Günderrode’nin tüm yapıtlarını toparlayarak onları yayınladı. Kendisine haksızlık yapılarak unutulmaya terk edilen bir kadın yazarın yaşamöyküsünü ve yapıtlarını yeniden su yüzüne çıkartarak itibarının iade edilmesini arzuladı. 1979 yılında yazdığı Kein Ort. Nirgends adlı romanda Günderrode’yi başkişi olarak konumlandırarak, tarihsel belleğin yeniden canlandırılması ve değişmez denilen gerçekliklerin yeniden sorgulanması gerekliliğine işaret etti.




9 Şubat 2012 Perşembe

Else Lasker-Schüler (1869-1945)




11 Şubat’ta Wuppertal-Elberfeld’te doğdu.



“Zavallı ülkem, hanidir hüzünlü,
Vatanıma uzanan yolu unutmamak için zihnimde
Aksam oluyor ve ben, dalıyorum yıldızlara.”

Yaşam deneyimlerini şiirlerinde mitololojik ve arkaik imgelere, sözcük oyunlarına dönüştüren Else Lasker-Schüler, 1910 yılında yayınlanmaya başlayan Der Sturm adlı dergide yer alan yapıtlarıyla, birçok şair ve yazarla birlikte, yeni bir sanat-edebiyat hareketi olan ekspresyonizmin öncüleri arasında yer aldı. Berlin’deki kafelerde olağan üstü sunumları ve okumalarıyla, genelde erkek yazarların hareketi olarak bilinen ekspresyonizmin en önemli sanatçılarından oldu. 1909 yılında yayınladığı oyunu Die Wupper ve Mein Herz (1912) adlı mektup romanıyla Berlin’deki erken dönem ekspresyonist edebiyatın temsilcisine dönüştü.
Ressam Franz Marc ile mektuplaşmalarının yer aldığı 1919’da yayınlanan Der Malik adlı kitabı, Weimar Cumhuriyeti’nin en önemli yayınevlerinden biri olan Malik Verlag’a adını verdi. Bu yıllarda Berlin’de on cilt olarak yayınlanan toplu eserlerinde, kimileyin aşk, dostluk gibi temaları işlediği şiirleri, kimileyinse çağdaş sanatçılara ithaflar ya da kendi etnik kimliğine gönderme yapan doğuya özgü motiflerle bezediği dizeleri kaleme aldı.
Şair, roman ve oyun yazarı kimliğinin yanı sıra çizimleri ve sulu boya resimleriyle de ünlenen Lasker-Schüler, Batılı tarzdaki bir akılcılığı aşmayı denediği Der Prinz von Theben (1914) adlı şiir seçkisinde, kendi el boyaması litografilerini kullandı; sadece Theben’de değil daha birçok kitabında da kendine özgü resimlerini yazılarıyla birlikte yayınlayarak bu konudaki yaratıcılığını da sergiledi.
1932 yılında Almanya’daki son kitabı olan Konzert yayınlandı. Nazi Almanya’sında yaşamının tehdit altında kalması onun önce İsviçre’deki sürgünlüğünü başlattı. Ancak Zürih’te çalışması yasaklandı, sürekli yabancı polisi tarafından kontrol altında tutuldu. Avrupa ülkelerinde bu dönemde yaşam alanının gittikçe daralması, onun farklı zamanlarda Filistin’e gitmesine neden oldu. 1939’da Filistin’e gittikten sonra savaş nedeniyle bir daha geri dönemedi ve göçmen olarak oraya yerleşti. Son şiir kitabı Mein blaues Klavier onun aşklarını, pişmanlıklarını, özlemlerini, Yahudi kimliğini ve sürgünlüklerini dile getirdiği son dönem şiirlerini topladığı seçkisi.


Veda
Sana hep sevgi sözcükleri
Söylemek isterdim;

Oysa sen yitik mucizeleri
Aramaktasın durmaksızın.

Ama bir düğünü kutlarız
çaldığında müzik kutularım.

En sevdiğim çiçekler
Ah o tatlı gözlerin.

Ve yüreğin sonsuz cennetim
Bırak içini göreyim.

Ve sen, öyle yumuşacık ve düşünceli
Parıldayan yaban nanesi.

Sana hep sevgi sözcükleri
Söylemek isterdim;

Neden bunu hiç yapmadım?

(Else Lasker Schüler, Werke und Briefe. Kritische Ausgabe. Çeviren: Meral Oraliş, 1. Cilt.Şiirler, 1996)
(Yazarın Türkçeye çevrilmiş kitabı bulunmuyor.)






6 Şubat 2012 Pazartesi

Alice Malsenior Walker (1944)


Alice Walker 


9 Şubat’ta Eatonton, Georgia’da doğdu.


    Annemin bahçesini ararken kendi bahçemi buldum.

20. yy başlarında Amerika’daki siyah kadının dünyasının makro düzeyde beyazlar, mikro düzeyde erkekler tarafından belirlendiğini anlatan Renklerden Moru (1982) romanıyla adını duyuran Alice Walker, bu romanıyla bir yıl sonra Pulizer Ödülü aldı. Siyah Amerikalı roman kişisi Celie’nin mektuplarından oluşur roman. Başlarda Celie’nin başına en olmadık aksilikler gelir, hayat ayağına dolanır değim yerindeyse. Ancak romanın sonunda vesayetini beyazların ve erkeklerin elinden alarak bağımsızlaşan, sessizce giriştiği savaşı kazanan ve hayata yeniden başlayan bir kadın buluruz karşımızda. Roman, 1985 yılında yönetmen Steven Spielberg tarafından filme alındı.
Yazarlığa başlaması talihsiz bir kazanın sonucunda bulur kaynağını. Sekiz çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olan Walker, kardeşleriyle oynarken ağabeyinin elindeki hava tüfeğinin ateş almasıyla bir gözünü yitirdi. Bu olaydan sonra kendine olan güvenini yitirerek odasına kapandı. Bu sürede birçok kitap okudu ve öyküler, şiirler yazmaya başladı. Sığındığı yalnızlığı, onun hayatı ve insanlığı izlemesi açısından önemli bir gözlem kulesi olmuştu. Bir göz ameliyatıyla yeniden görmeye başlayınca toplumsal hayata katıldı, bıraktığı yerden. Atlanta’da siyah Amerikalı kızların gittiği Spelman Colleg’dan burs aldı. Orada siyasal bilimci ve tarihçi Howard Zinn’in öğrencisi oldu ve ayrımcı söylemlerin bilincine vardı.
Kendisi gibi ayrımcılığa, nefrete ve şiddete karşı insan hakları savunucusu olan Melvyn Leventhal ile evlendi. Bu ilişkiden kendisi gibi yazar ve aktivist kızı Rebecca doğdu. Okullarda, siyah çocukların psikolojik ve sosyal açıdan desteklenmesi için çalışmalar yaptı, sosyal hizmetlerde görev aldı. Öğretmenlik yaptı. Siyah Amerikalı yazarlar üzerine seminerler verdi. In Search of our Mothers Gardens;Womanist Prosa denemesini 1983’te kaleme aldığında siyah kadın yazarların içinde bulundukları kadın hareketini işaret etmek için “womanist” kavramını kullandı ve bu kavramın ‘isim annesi’ oldu. Irkçı, seksist ayrımcılığa karşı kitaplar yayınladığı Wild Trees Press adlı yayınevini kurdu.
1960’lı yıllardan bu yana insan hakları aktivisti olan Walker, ayrımcılığa, şiddete, nefrete karşı bir hayat sürdürmekte. Eşitlikçi kadın hareketleri ve çevre politikaları konusunda aktif çalışmalarda bulunan Walker, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde güdülen ayrımcı politikalara ve Afrika’nın çeşitli ülkelerinde hala vazgeçilmemiş olan kız çocuğu sünnetlerine karşı direnmekte.
Alice Walker, Pulizer Ödülü’nün yanı sıra American Book Award ve O Henry-Ödülü sahibidir.

“Ey koca Tanrım,
Yaşım on dört. Oldum bittim namuslu bir kızdım. Başıma gelenler nedendir sen söyleyebilir misin?
Geçen yıl baharda, Lucous oğlan doğduktan sonra, baktım çekişiyorlar. Babam anamın koluna asılmış. Daha olmaz, Fonso, diyor o da, daha iyileşmedim. Sonunda anamı bıraktı. Bir hafta geçti geçmedi, yine kadının koluna yapıştı. O yine olmaz dedi. Görmüyor musun, çocuk doğurmaktan canım çıktı zaten, dedi, diretti.
Sonra Macon’daki teyzemin yanına gitti annem. Çocuklara sen bakabilirsin dedi bana. O yokken, onca gün, ağzından tatlı bir söz çıktı mı? Yok. Ne dedi? Anan vermezse sen verirsin deyip dayattı. Önce orama burama sürtündü, sonra memelerimi mıncıkladı. Sonra da yapacağını yaptı. Canım yandı, bağırdım. Gırtlağımı sıktı o zaman. Sesimi kesip alışmaya bakmalıymışım.
Gel gör ki bir türlü alışamadım.” (Alice Walker, Renklerden Moru, Çeviren: Armağan İlkin)

Film müzikleri için tadımlık: 





5 Şubat 2012 Pazar

Irmgard Keun (1905-1982)




6 Şubat’da Berlin’de doğdu.



Son derece mutlu olmak istiyorum. Bir yıldız gibi parlayacagım.

20’li yaşlarının başında Gilgi, eine von uns romanıyla (1931) kısa sürede 30000 baskısı yaparak satan ve farklı dillere çevrilerek bir Bestseller yazarı olan Irmgard Keun benzer bir başarıyı, ilk romanının peşi sıra kaleme aldığı ikinci romanı Das kunstseidene Mädchen (1932) romanında da sürdürdü. Her iki romanında da küçük burjuva kimliğinden sıyrılmaya çalışan kadınların öykülerini kaleme aldı. Bağımsız bir yaşam arzusu içinde zorlu hayatlar süren kadınların öyküleri, yine o dönem için pek alışıldık olmayan kadın anlatıcıların bakış açılarıyla kurgulandı. Yaşadıkları kentsel mekânlar bu kadınların varoluşsal kimliklerine damgasını vurdu, tıpkı yazarın kendisi gibi. Romanlarını sinemasal bir dille kaleme alan Keun, Berlin’de doğdu ve Köln’de büyüdü.  Tüm sürgünlüklerinde, gittiği her yere bu kentler ardından geldi…
Oyunculuk eğitimi alan Keun, kısa süre oyunculuk ve modellik yaptıysa da kadınlık deneyimlerini yine de kaleme almayı deneyerek yaşamayı yeğledi. Hitler rejimi sırasında kitapları Almanya’da yasaklanmış olmakla birlikte Avrupa’nın diğer ülkelerinde ve Amerika’da savaşın ilk yıllarında ünü sürmeye devam etti. Savaş döneminde Avusturyalı yazar sevgilisi Joseph Roth ile vize alama ve parasal sıkıntılarına rağmen birçok Avrupa ülkesini gezdiler ve bu arada Keun art arda Nazi Almanya’sını eleştirdiği Nach Mitternacht (1937) ve vatanından uzakta, sürgünlüğü yaşamanın deneyimlerini anlattığı D-Zug dritter Klasse; Kinder aller Länder (1938) romanlarını yayınladı.
1938 yılında Amerika’ya giden yazar, orada kendisine yaşam alanı bulmuş olmakla birlikte nedendir bilinmez yine Amsterdam’a geri döndü. Ancak bu arada kitapları Hollanda, Fransa ve Belçika’da da yasaklanmıştı. Vazgeçemediği kentlerinden Berlin’e döndü, orada sahte bir isim ve belgelerle 1940-1945 yılları arasında, savaş bitinceye kadar gizlendi. Savaş sonrasında tüm sürgünlük deneyimleri ve artık kitapları satmayan bir yazar oluşu onu alkol ve ilaç bağımlısına dönüştürdü, yaklaşık altı yıl Bonn’da bir psikiyatri kliniğinde tedavi gördü. Klinikten çıkınca yine Köln’de küçük bir apartman dairesine yerleşti.
Kadın hareketlerinin yükseldiği sırada yeniden keşfedilen Irmgard Keun’un kitapları 70’li yıllarda yeni baskılarıyla piyasaya sürüldü. 70. Yaş günü kutlamasında düzenlenen törende yazar Elfriede Jelinek bir konuşma yaptı. 1981 yılında, yani akciğer kanserinden ölmeden bir yıl önce, Marieluise-Fleiβer Ödülü’nü aldı.
(Yazarın Türkçeye çevrilmiş kitabı bulunmuyor.)

Berlin’deyim. Birkaç gün oldu. Kent, ateşli çiçekleri olan bir yorgan gibi üstüme çöküyor.(..) Etrafımda bir ışıltı. Ve ben kürkleyim. (s. 65)
Ben - yanımda kürküm. Benim güzel bulduğum biri, beni de kürküm içinde güzel bulsun diye tenim istekle kürkü kendine çekiyor. Kafedeyim,  bir keman sesi ağlayan bulutları beynime doğru estiriyor – içimde bir şeyler ağlıyor – o denli üzüntülü gözükmemek için yüzümü ellerimin içine kapamak istiyorum. (..) Ama mutsuz olmam iyidir, çünkü insan mutluysa, ilerleyemiyor. (s. 78)
Gedächtniskirche önünden geçtim (…) ve gidişim, durmak ile ileri ve geri gitmeyi istemek arasında, ikisine de hevesim yok. Ve sonra bedenime köşede bir yer yaptım, çünkü köşeler  insana keskin bir kenara dayanmanın özlemini duyumsatıyordu ve insan yaslanmak ve bunu hissetmek istiyor. (..) Sürekli gittim ve içimde tam da giden ve duran bir makine var gibiydi. (s. 137)
Yarın neyle yaşayacağımı bilemiyorum, bu ikimiz arasındaki fark işte. Ben her zaman bekleme salonundaki kızım. Çünkü zaman kötü. (..) Ama böyle işte, benim gibiler yok, hiçbir yere ait değilim. (s. 198–201). Irmgard Keun, Das kunstseidene Mädchen, Suni İpekli Kız (1932), Çeviri: Lale Dayıoğlu, 
Droste Verlag, 2005. 





4 Şubat 2012 Cumartesi

Gertrude Stein (1874-1946)




3 Şubat'ta Pittsburgh'ta doğdu.


Rose is a rose is a rose is a rose is a rose.   

 Paris’te 1903 yılında ağabeyi Leo Stein ile Rue de Fleurus’de açtıkları sanat galerisi dönemin avangardist yazar ve ressamların buluştukları merkez olmuştur. Birçok ressamın tablolarını toplayan kardeşler bu resimleri çok sevdiklerinden satmamayı yeğlemişler. Amerika’ya göç eden Alman bir ailenin çocukları olan Gertrude ve Leo Stein Amerika’da doğdular. Gertrude Stein önce biyoloji ve felsefe eğitimi aldı. Bilinç akışı üzerine çalışan William James’in psikoloji ve felsefe derslerine katılarak ondan çok etkilendi. Ardından çok uzun soluklu olmayan tıp eğitimine başladı ve yarıda bırakarak ağabeyiyle Avrupa’ya sanat eğitimi almaya gitti. Floransa, Londra, Paris gibi kentlerde Bloomsbury Grubu başta olmak üzere birçok sanatçıyla tanıştı.
Bir zamanlar palyaço olarak çalışmış Clovis Sagot’un galerisinde Pablo Picasso’yla karşılaştı Gertrude Stein. Picasso, Stein’ın uzun süren modelliği sonunda onun portresini yaptı. Paris’te olmadığı dönemlerde mektuplarla süren yakın arkadaşlıkları, Stein’ın Picasso’nun ilk biyografisini yazmasının da yolunu açtı.
1907 yılında kendisi gibi Amerika’dan gelen Yahudi burjuva kökenli Alice B.Toklas’la tanışan Stein, onu elyazmalarını daktiloya çekmesi için sekreter olarak yanına aldı. Toklas’la yaşadığı aşk ilişkisini ve cinsiyet kimliğini -önceleri okuduğu Otto Weininger’in eşcinsellerin eşit haklara sahip olmaları gerektiğini kaleme aldığı Cinsiyet ve Karakter kitabından da etkilenerek- kamusal alanda serbestçe yaşamaya başladı.
Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden kısa bir süre önce Tender Buttons’ı yayınladı. Picasso ve Gris gibi ressamları çok iyi tanıdığı ve yapıtlarındaki kübist özellikleri benimsediği bu döneminde öykülemelerinde kübizmin etkileri belirginleşti. Savaş sonrasında birçok yazar ve ressam ya savaş sırasında öldüklerinden ya da farklı nedenlerle Stein’ın galerisine gelmez oldu. Ancak galerinin yeni müdavimleri oluştu. Arkadaşlıkları atışmalar üzerine kurulan Hemingway ile karşılaşmaları da bu döneme rastlar.
1933 yılında Alice Toklas’ın Özyaşamöyküsü’nü yazarken kitapta Picasso, Matisse gibi ressamların yanı sıra Hemingay, Fitzgerald gibi yazarlardan ve Gershwin gibi bestecilerden de söz etti ve bu kitabıyla Time Dergisi’ne kapak oldu. Stein ve Toklas yaklaşık iki yıl Amerika’da kaldılar. Bu sırada Stein, modern edebiyatın modern sanattan ne denli etkilendiğini savunduğu konuşmalar yaptı. Fransa’ya döndüklerinde İkinci Dünya Savaşı çoktan patlak vermişti. Stein-Toklas çifti Yahudi kökenlerine rağmen Hitler rejiminin etkilerinden, Paris’teki ulusal kitaplığın müdürü, Stein’ın çevirmeni ve arkadaşı olan Bernard Faÿ’in Paris Gestapo’suyla olan ilişkileri sayesinde kurtuldu. Savaş bitiminde de Stein, Faÿ’in İsviçre’ye kaçması için maddi destekte bulundu.
Mide kanserinden 1946 yılında Paris’te ölen Stein’ın deneysel olarak kaleme aldığı yapıtlarında, onu insanın varoluş sorunsalına götüren hep anlamın nasıl oluştuğuna ilişkin sorular oldu. Soruları ona hep çoğulcu ve sürekli değişen bir dünyanın gerçekliğinin kapılarını açtı.

“Doğrudan bir resim öğrenimi olmadı Picasso’nun. Desen çizmeyi, doğuştan biliyordu sanki. Ancak çizdiği desen, o zaman bile çocuklara özgü değildi, yetişkin deseniydi. Görünen şeyleri çizmiyordu, resmine bir anlatım çeşnisi katmak istiyordu ve bunu başarıyordu. Sonunda da, anlatımı, kendi diline dönüştürdü, olağanlaştırdı onu.
(…)Resmiyle, doğrudan kendini dışavurmuş olan Picasso, yazarlardan dost edinme gereği duyuyordu.
(…)1906 yılının kış mevsimi boyunca poz verdim Picasso’ya bu resim için, resmin yapımı seksen seans tuttu. Ama resim bittikten sonra, portrenin baş kısmını sildi. Artık beni görmeyeceğini söyledi ve çekip İspanya’ya gitti: Mavi dönem resimlerinden sonra, İspanya’ya ilk gidişiydi bu. Dönüşünde, portrenin başını ezbere çizdi, sonra da bana verdi resmi. Bu portremi o zaman çok sevmiştim, her zaman da sevdim. Bana göre, beni, her zaman ben olduğum biçimimle yansıtır bu portre.
(…) Bir gün, paralı bir amatör uğradı bana, evimdeki tablolara baktı, portrem için ne kadar para ödediğimi sordu.
-Hiçbir şey ödemedim, dedim.
-Hiçbir şey mi, dedi bağırarak.
-Evet, hiçbir şey, diyerek yanıtladım. Bir armağandı bu tablo.
Birkaç gün sonra, bu olayı Picasso’ya anlattığımda, güldü:
-Evet, satış için yapılan resimle, armağan etmek için yapılan resim arasındaki ayrımı anlayamaz o. ” (Gertrude Stein, Picasso, Çeviren: Kaya Özsezgin)

     Pablo Picasso, Gertrude Stein'ın Portresi