Kategoriler

19 Kasım 2012 Pazartesi

Anna Seghers (1900-1983)





19 Kasım’da Mainz’ta doğdu.




Eğer yazıyorsa insan, öyle bir yazmalıdır ki, kuşkunun ardındaki olasılık
 ve çöküşün ardındaki çıkış yolu fark edilsin.

Asıl adı Netty Reiling olan yazar, doğduğu kent Mainz ve Ren nehri kıyılarına olan hayranlığını sıkça yapıtlarına yansıtarak dile getirdi. Hayatının büyük bir bölümünü sürgünde geçiren Seghers, böylelikle kendisini büyüleyen çocukluğunun kentine özlemini yazıda da olsa dindirmeyi öğrendi zamanla.
1919 yılında Heidelberg Üniversitesi’nde sanat tarihi, felsefe öğrenimi gördü ve 1924’te öğrenim sürecini Rembrandt üzerine yazdığı doktora çalışmasıyla tamamladı. Heidelberg’te tanıştığı birçok politik göçmen arasında Macar Laszlo Radvanyi ile evlendi (1925). Bu evlilikten 1929 yılında Peter ve Ruth adını verdiği çocukları doğdu. İçinde bulunduğu çevrenin de etkisiyle yeniden anlamlandırdığı Ekim Devrimi için “Bu dönemde ilk kez politik anlamda bilinçlendim” diyen yazar, yapıtlarını yine bu dönemde Grubetsch (1927) adlı anlatısını ilk kez Hollandalı heykeltraş/ressam Hercules Seghers’ten esinlenerek Seghers mahlasıyla yayınladı. 1928’de yayınlanan Aufstand der Fischer von St.Barbara anlatısı da aynı adla okuruyla buluştu.
1933’te Gestapo tarafından yakalandıysa da kısa bir süre sonra Paris’e kaçmayı başardı. Fransa’daki sürgünlük yıllarında Hitler döneminin zulmüne karşı duruşunu sürdürerek kitaplarını yayınladı. Der Kopflohn. Roman aus einem deutschen Dorf im Spätsommer 1932 (yayın yılı 1933), ulusal sorunları kaleme aldığı romanlarından. Vatan özlemini, sevdiklerine olan hasretini sıkça Almanya imgesiyle birleştirerek öyküledi yapıtlarında. 1937’de madencileri konu aldığı die Rettung, 1942’de dünyaca ünlü romanı das siebte Kreuz (Yedinci Şafak adıyla Ahmet Cemal tarafından Türkçeye çevrildi) da böylesi romanlarından. 1944 yılında Amerika’da filmi çekilen Yedinci Şafak, Hitler Almanya’sını ve toplumu nasıl travmatize ettiğini dilselleştirdiği, ama aynı zamanda da Nazi Almanya’sının çöküşünü sembolilze eden bir romanı.
1938/39 yıllarında felsefe ve edebiyat kuramcısı Georg Lukács ile savaş döneminin yarattığı krizin yazınsal düzleme yansıması üzerine karşılıklı yazışmaları oldu. Normatif yazınsal yöntemlere karşı olan Seghers yapıtlarında da dile getirdiği gibi Goethe’nin izinden gitmektense, daha ayrıksı ve yenilikçi tarzlarıyla J.R.M. Lenz, Kleist gibi yazarların yapıtlarına daha yakın buldu kendisini.
Paris’in işgalinden sonra iki çocukla saklanması daha da zorlaşan Seghers, çocuklarını dostlarının yanında bırakarak kendisi işgal altında olmayan bir bölgede saklandı. Bu yıllarda bireysel deneyimlerini yansıttığı, vatansız kalmaşlığın, dilsizleşmenin yazıya yansıdığı Transit romanı 1944 yılında İspanyolca ve İngilizce olarak yayınladın, Almanca olarak ancak 1948’de basılabildi.
Annesi Auschwitz toplama kampımda öldürüldü.    
1947’de Paris üzerinden Berlin’e gitti ve Doğu Berlin’de yaşamını sürdürmeyi seçti. Kleist Ödülü, Georg-Büchner Ödülü vb birçok edebiyat ödülüne layık görüldü. Yedinci Şafak, Ölüler Genç Kalır, St. Barbaralı Balıkçıların İsyanı, ilk Adımlar, Güven, Karar vb. birçok yapıtı Türkçeye çevrildi.

Yaşamımı, yurdumun dışında geçirmek zorunda kaldığım yıllarda, bir romana başlamıştım; araya savaş girince bu roman bitirilememiş, yarım kalmıştı. Başlangıcı hâlâ aklımdadır. Sözcüğü sözcüğüne değil, ama anlam olarak… Beni o zaman buna iteleyen şeyi hâlâ kafamdan söküp atamıyorum. Bir anıyı anımsıyorum.
Doğduğum kentte, Ren kıyısındaki Mayans’da, iki anıt vardı ki, bunları ne sevinçli, ne de gemilerde geçmiş korkulu günlerde, hiçbir zaman aklımdan çıkarmamıştım. Bunlardan biri Katedraldi. – Daha ilkokul öğrencisi iken, o koca kilisenin ayaklar üzerine oturtulmuş olduğunu gördüğüm zaman şaşıp kalmıştım. Kilise kulesinin göklere uzandığı ölçüde, toprağın derinlerine iniyor olmalı ayaklar, diye düşünmüştüm o zamanlar. Yeraltı sularından zarar gören yerlerin, çatlakların, çimento ile onarılması gerekir, diye bize anlatmışlardı. Doğru mu, yanlış mı bilmiyorum  ama, bir öğretmenimiz de: Roman, ya da gotik biçeminde yapılmış bu dayanaklar, yenilerden çok daha sağlam olur, demişti.
Ren vadisi üzerinde görkemli bir şekilde yükselen bu ulu katedralin imgesi onu sonradan görmesem bile, yine de belleğimde, asla silinmeyecek bir yeri almış bulunuyordu. Doğduğum kentte ikinci bir anıt da, katedralden geri kalmayacak bir önemle belleğime yerleşmişti: Bu, bir caddenin kaldırımına yerleştirilmiş düz bir taştı. Bu caddenin adı Bonifazius Caddesi mi idi? Yoksa Frauenlob Caddesi mi? Bunu şimdi bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da: Bu taşın, Birinci Dünya Savaşı’nda çocuğuna süt almaya giderken sıçrayan bir bomba parçası ile ölen bir kadının anısı için oraya yerleştirilmiş olması idi.” (İki Anıt, Çeviren: Melahat Togar)



www.anna-seghers.de


17 Ağustos 2012 Cuma

Herta Müller (1953)







 17 Ağustos’ta Romanya, Nitzkydorf’ta doğdu.



Dil vatan değildir, dili bir başka ülkeye yanınızda götürebilirsiniz.

Nobel Edebiyat ödülünü 2009 yılında alan Herta Müller’in Herztier (Yürekteki Hayvan olarak Türkçeye çevrildi) adlı ikinci romanı Romanya’da diktatör Çavuşesku döneminde deneyimlenmiş bir yaşamın acılarını öyküler. Devlet baskısının ve terörünün kol gezdiği, düşünce özgürlüğünün olmadığı bir toplumsal yaşam içinde, bireyler arasında güvensizlik, aldatma, hayal kırıklığı, çıkarlar üzerine kurulu ilişkiler ve böylesi bir ortamda dönüşü olmayan umarsız bir çıkmazda bulunan insanların öyküsüdür anlatılan. Müller kısa kısa cümlelerle kurguladığı romanında, toplumsal ve bireysel kargaşanın imgesel ve metaforik dışavurumu metne şiirsel bir boyut katar.
Yürekteki Hayvan büyük ölçüde yazarın özyaşamöyküsel özelliklerini de barındırır içinde. Romanın ben anlatıcısı tıpkı yazar gibi teknik çevirmenlik, Almanca öğretmenliği ve yazarlık yapan entelektüel bir kadındır. Müller Romanya’nın Banat Bölgesi’nde doğmuş, orada yaşayan Alman bir azınlık ailenin kızı. Büyükbabası hali vakti yerinde bir çiftçi ve tüccardı, ancak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği tarafından tüm mal varlığına el konularak, kamusallaştırıldı. Annesi yıllarca Sovyet rejiminde mecburi hizmet yapmak zorunda kaldı. Babasıysa, tıpkı romandaki gibi, hem Nazi Toplama Kamplarında görev yapan hem de gerektiğinde savaşa katılan SS-Birlikleri’nde askerdi.
1972-1976 yıllarında Temeşvar Üniversitesi’nde Alman Dili ve Edebiyatı bölümünde öğrenim gördü. Romanya’nın güvenlik/gizli örgütü Securitate, Müller’i işbirliği için görevlendirmek istediyse de, bu teklifi reddederek 1987 yılında kendisi gibi yazar olan eşi Richard Wagner ile Batı Almanya’ya göç etti.
Niederungen adlı ilk romanının el yazmaları Romanya’da dört yıl boyunca yayınevinde tutuldu ve ancak 1982 yılında sansürlenmiş haliyle yayınlandı. Roman daha sonra Berlin’de 1984 yılında orijinal haliyle yeniden yayınlandı.
Müller Kassel, Tübingen, Freie Universität Berlin gibi üniversitelerde misafir öğretim görevlisi olarak konferanslar ve seminerler verdi. Halen Berlin’de yaşayan sanatçının Yürekteki Hayvan (Çev.: Ç.Tanyeri) romanının yanı sıra Tilki Daha o Zaman Avcıydı (Çev.: N. Oral) ve Tek Bacaklı Yolcu (Çev.: Ç.Tanyeri) adlı romanları Türkçeye çevrildi.



Küçük dikdörtgende akşam olmuştu, ama vakit çok geç değildi. Hoparlör işçi şarkıları söylüyor, sokakta hâlâ  ayakkabılar gidip geliyor, bakımsız parktan hâlâ sesler duyuluyordu, yapraklar henüz kara değil, griydi.
Lola yatakta yatıyordu, ayağındaki kalın çoraplardan başka üzerinde bir şey yoktu. Abim akşamları koyunları eve getiriyor, diye yazıyor Lola. Kavun tarlasından geçiyor (…)
Böylece Lola’nın öğreniminin dördüncü yılında, birşeyler olduğunda, saat öğleden sonra yaklaşık üçü gösteriyordu. Kızların giysileri Lola’nınkilerden ayrılmış, yatakların üzerine konmuştu. Yakıcı güneş dikdörtgene düşmüş, toz yerdeki muşambanın üzerine gri bir post gibi serilmişti. Ve Lola’nın yatağının yanı, artık broşürlerin durmadığı yer çıplak, koyu bir lekeydi. Lola ise benim kemerimle kendini asmış, dolapta sallanıyordu.(…)
Bu odadaki hiçbir devinimin nedeni yoktu. Kimse giysilerini yataktan alıp dolaba asmaya cesaret edemediği için, susmuş, elleriyle birşeyler yapmıştı. Yaşama katlanamadığın zamanlarda dolabını düzenle. O aman dertler ellerinin arasından kayıp gider, kafan boşalır, diyor anne.
Lola’nın tümceleri, söylenebiliyordu ancak, yazılamıyordu. En azından benim tarafımdan. Düşler gibi söze dökülebiliyor, ama kağıda dökülemiyorlardı. Yazmaya kalktığımda ellerimin arasında solup gidiyorlardı. (Herta Müller, Yürekteki Hayvan, Çeviren:Çağlar Tanyeri)



30 Temmuz 2012 Pazartesi

Emily Brontё (1818-1848)




30 Temmuz’da  Thorntorn, Yorkshire’da doğdu.

Ellen, şu dağların tepesine ne zaman çıkacağım? O tepelerin ötesinde ne var acaba, deniz mi?

 İngiliz edebiyatının klasikleri arasında yer alan Uğultulu Tepeler’le Türkçede bilinen  Emily Brontё, bu tek romanının yanı sıra şiirler de kaleme aldı. Uğultulu Tepeler, yayınlandığı yıldan beri önemli tartışmaların odağı oldu. Toplumsal normlarıyla uzlaşma göstermeyen roman içinde bulunduğu Viktorya edebiyatına ters düşerek daha çok modernist edebiyatın özelliklerini taşır. Aile ilişkilerine, toplumsal sınıflara, ekonomik düzendeki adaletsizliklere getirdiği yorumlarla yerleşik değerler sistemini eleştirdi. Emily Brontё, bir yandan doğa betimlemelerini ve kişisel deneyimlerini romana yansıtarak romantik dönem edebiyatının izlerini, beri yandan yaşam, ölüm arasındaki ilişkilerde mistisizmin ve dış gerçekliğin yazınsal düzleme aktarılmasında da natüralizmin etkilerini metnine yansıtarak çoklu bir roman biçemini kullandı.
Altı çocuklu bir ailenin çocuğu olan Emily, Charlotte ve Anne Brontё’nin kız kardeşidir. Birçok biyografi yazarı kardeşlerin çocukluklarında hayali oyunlar oynadıklarını ve bu oyunların ilerideki yıllarda yazarların kitaplara yansıdığını ileri sürmekte. Charlotte ile Cowan Bridge ve Roe Head yatılı okullarına gitti. Daha sonra Law Hill’de öğretmenlik yaptı ve daha sonra da Madame Heger’in okulunda eğitim görebilmek için Charlotte ile Brüksel’e gittiler. Emily öğrenciliğinin ardından aynı okulda müzik öğretmenliği yaptı. Ancak teyzelerinin ölümüyle bu hayata son vererek geri dönmek zorunda kaldı. Haworth’a döndüğünde ailenin tüm ekonomik harcamalarını düzenledi ve gündelik ihtiyaçlarını karşılamayı üstlendi, tüm bunların yanı sıra yazamaya başladı. Üç kız kardeş Charlotte, Emily ve Anne adlarının baş harflarini kullanarak ,Currer Bell, Elise Bell ve Acton Bell mahlaslarını kullanarak Poems by Currer, Elise and Acton Bell adını verdikleri bir şiir kitabı yayınladı.
Erkek kardeşi Branwell’in cenazesinde hastalanan Emily tedavi olmayı reddettiğinden tüberkülozdan öldü. 1847’de ilk üç bölümü yayınlanan Uğultulu Tepeler, ölümünden sonra Charlotte Brontё’nin girişimiyle tamamlanarak 1849 yeniden yayınlandı.


Zillah beni merdivenden çıkarırken, şamdanı gizlememi ve gürültü etmememi söyledi. Beni yatıracağı odayla ilgili, efendisinin garip bir tutumu varmış, orada kimsenin yatmasını istemezmiş. Nedenini sordum. Bilmediğini söyledi. Buraya geleli daha bir-iki yıl olmuş. Evde öyle tuhaf şeylerle karşılaşmış ki, sorup öğrenmeye kalksa sonu gelmezmiş.
Zaten ben de şunu bunu merak edecek durumda olmadığım için , kapımı kapatıp çevreme bakınarak yatağı aradım. Odada eşya olarak bir sandalye, bir elbise dolabı ve üst kısmına araba penceresine benzeyen kare delikler açılmış, büyük bir meşe sandıktan başka bir şey yoktu. Sandığa yaklaşıp içine bakınca, bunun, evde herkese ayrı bir oda gerektirmeyen, çok kullanışlı, eski moda bir yatak olduğunu anladım. Sandık, gerçekte başlı başına küçük bir oda gibiydi. İçinden bitişik olduğu pencerenin kenarı da masa görevi yapıyordu…
Şamdanımı koyduğum pencere pervazının bir köşesinde üst üste yığılı küflenmiş kitaplar duruyordu, pervazın boyası üzerine, boydan boya yazılar kazınmıştı. Bu yazıların hepsi de, küçük büyük çeşitli harflerle yazılmış bir tek adı yineliyordu: Catherine Earnshaw. Bu bazen Catherine Heathchliff oluyordu, bazen de Catherine Linton. (Emily Brontё, Uğultulu Tepeler, Çeviren: Naciye Akseki Öncül)

Hilde Domin (1909-2006)



27 Temmuz’da Köln’de doğdu.




                                                                Gidebilmeli
Ve yine de bir ağaç gibi olmalı:
kökleri yeryüzünde

“Ben H.D. şaşılacak derecede gencim. 1951 yılında dünyaya geldim. Herkesin dünyaya geldiği gibi ağlayarak. Almanca anadilim olmasına rağmen, doğduğum yer Almanya değildi. İspanyolca konuşuluyor ve evin önü hindistancevizi palmiyeleriyle doluydu.” Diyen Hilde Domin aslında Köln’de Löwenstein adıyla dünyaya geldi. Dominik Cumhuriyeti’ne sürgüne gittikten sonra soyadını Domin olarak değiştirdiği gibi sürgünde başlayan edebiyat yaşamını da yeniden doğuş zamanı olarak ilan etti. Mekansal sürgünlüğünü dilsel olana dönüştürmemek için Almanca yazmaya devam etti. Hatta farklı diller arasındaki yolculuklarından dolayı kendisini bir “dil Odysseus”u olarak adlandırdı. Domin şairliğinin yanı sıra kısa öykü yazarı, yorumcu, çevirmen ve yayıncı olarak da etkinlik gösterdi.

Köln’de dünyaya gelen Hilde Löwenstein, hukuk, politik bilimler ve felsefe öğrenimi gördü. Bu süreçte Heidelberg’te Erwin Walter Palm ile tanıştı. Hitler’in iktidara gelmesinin ardından Roma’da ve Floransa’da öğrenimine devam etti. Palm ile evlenmelerinin hemen ardından her ikisinin de Yahudi kökenli olmaları nedeniyle Paris üzerinden Londra’ya sürgüne gitmek zorunda kaldılar. Sürgünlükleri orada da sonlanmadı. Önce Kanada ve sonra da St.Domingo’ya giderek oraya yerleştiler. Yabancı dil dersleri verdi, çeviriler yaptı Hilde Palm. 1954 yılına kadar St. Domingo üniversitesinde Almanca okutmanlığı yaptıktan sonra, Almanya’ya geri döndü.

Sürgünlük yıllarında kendisini dünyanın kıyısına bırakılmış hissettiğini ifade eden Domin, dilinin vatanı olduğunu şiirlerinde ve düz yazılarında dilselleştirdi. Şiir dinletilerinde şiirlerini iki kez okuyan Domin’in şiirleri 26 dile çevrildi. Şiir ve öykülerinde dil sorunsalını farklı boyutlarıyla ele alırken, sürgünlük, kadın sorunları gibi konuları da yapıtlarının odak noktasında tuttu. 


Kendime bir oda döşüyorum havada
Akrobatlar ve kuşlar arasında:
Yatağım duygular trapezinin üzerinde
tıpkı rüzgarda bir yuva
dalın en ucunda

(…)

Ama ben kuşların tüyleri arasında, yüksekteki boşlukta sallanıyorum
Başım dönüyor. Uyumuyorum.
Elim
tutunacak bir dal arıyor ve
bir tek gülü buluyor dayanak. 




25 Haziran 2012 Pazartesi

Ingeborg Bachmann (1926-1973)




25 Haziran’da, Klagenfurt, Avusturya’da doğdu.



Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar.

Bachmann yazarlığının beslendiği biyografik etkileri açıklarken “vatanımın mitolojik zenginliklerle dolu bir tasavvurlar dünyası” ve “Avusturya’nın birçok dilin konuşulduğu” ama aynı zamanda da “birçok sınırın silindiği bir dünya” olduğunu dile getirir. Yazarın çoğu yapıtlarında mitolojinin çok katmanlı dünyası, dil/ler/in ve sınırların çoklu yapısının normatif olanın aşımıyla yeniden kurgulandığını görmek olası. Gerek biçim gerekse tüketim toplumunun ve toplumsal normlarla belirlenmiş, klişeleşmiş insan tiplemelerini, her türlü düzeni eleştirerek tıpkı kendi vatanı gibi sınırların eridiği çoklu kimliklerin, cinsiyetlerin, yaşam biçimlerinin özlemini dile getirir.
Avusturyalı roman, kısaöykü, deneme, libretto, radyo oyunu yazarı, şair. Küçük burjuva bir ailenin kızı olan Bachmann iki kardeşiyle daha Klagenfurt’ta büyüdü.  1938 yılında Hitler’in ordusuyla Avusturya’yı işgaline denk geldi çocukluk dönemi.  Yazarlık döneminde geriye bakıp çocukluğunu anımsadığında bu süreç için şöyle yazdı:” Hitler ordularının Klagenfurt’u işgali.  Çocukluğumu bir yıkıntıya dönüştürdü.(..) Hissedilebilen bu dehşet verici gaddarlık,bağrışlar, şarkılar, marşlarla ilerlemeler – ilk ölüm korkumun doğuşu.”
Viyana’da 1945 yılında felsefe öğrenimine başladı yan dal olarak da psikoloji ve filoloji okudu. Die kritische Afnahme der Existentialphilosophie  Martin Heideggers  (Martin Heidegger’in Varoluş Felsefesine Eleştirel Bir Yaklaşım) adlı doktora tezini 1950 yılında bitirdi. 1951 yılında Londra’da bir toplantıda şiirlerini okudu, 1952 yılında Ein Geschäft mit Träumen  adlı rodyo oyununu ilk kez yayınlandı. Aynı yıl Ausfaht adlı şiirleri yayınlandı.  Die gestundete Zeit adlı şiir kitabı yayınlandığında da Die Gruppe 47 (47’liler Grubu) tarafından şiir ödülüne layık görüldüyse de 50’li yılların sonlarına doğru daha çok düz yazıya meyletmeye başlayan Bachmann, 1961 yılında Das dreißigste Jahr  adlı kitabında dil, cinsiyet rolleri, politika, adalet gibi konuları kaleme aldığı kısa metinlerini topladı. Bu kitabında bulunan ve bir kadın anlatıcı tarafından öykülenen Ein Schritt nach Gomorrha (Gomorha’ya Bir Adım) ve Undine geht (Undine gidiyor) metinlerinin her ne kadar savaş sonrası dönemde kaleme alınmış ilk feminist öyküler diye gündeme getirilmeye çalışılsa da, aslına bakılırsa bu metinler feminist bir yaklaşımdan çok normatif toplumsal cinsiyet rollerinin ve çoklu cinsiyet kimliklerinin tartışıldığı metinler olarak okunmaya daha yatkındır.
1952 yılında besteci Hans Werner Henze ile tanıştı. Ona aşık oldu. Der Prinz von Homburg ve Der junge Lord gibi opera librettoları yazdı onun için. Farklı aralıklarla Münih, Berlin, Roma gibi kentlerde yaşadı. Çeviriler yaptı, kentleri yazdı, denemeler , radyo oyunları kaleme aldı.
1959-60 yılında Frankfurt  Üniversitesi’nden misafir öğretim görevlisi olarak davet aldı ve kıs yarı yılı boyunca edebiyat sorunları ve yazmak üzerine seminerler verdi. Paul Celan ve Max Frisch ile sarsıcı aşklar yaşadı.
1971 yılında Malina romanını yazadı. Özyaşamöyküsel özellikler taşıyan bu roman için “toplumumuz öylesine hasta ki, bireyi de hasta ediyor, bunu göstermek istedim. O öldü denir. Oysa gerçek bu değil: sonuçta her birimiz öldürülüyor. (…) Kitabımdaki dişil Ben ilerleyen sayfalarda çeşitli ‘ölüm biçimleriyle’ öldürülüyor. Ancak hiç kimse bu öldürme eyleminin nerede başladığını asla sormuyor. Bunun uzantısında bence savaşlar da gizlice işlenen suçlardır” diyor bir söyleşisinde. Simultan, Der Fall Franza ve Requiem für Fanny Goldmann  kitaplarını hemen ardından yayınlıyor Malina’nın.
Anti-depresanlarından birini aldığında yatağında uzanıyorken sigarası elinde uyuyup kalınca sigara yatağını tutuşturuyor ve kendine geldiğinde vücudunun büyük bir bölümü yanmış olarak hastaneye kaldırılıyor. Bedeni tedavilere cevap vermeyince kısa bir süre sonra tıpkı Malina romanındaki gibi veda ediyor hayata: “ Ayak sesleri, hep Malina’nın ayak sesleri, hafifleyen adımlar, en hafifinden adımlar. Bir duruş. Alarm yok, canavarlar düdükleri yok. Kimse yardıma gelmiyor. Cankurtaran arabası da yok, polis de. Bu, çok eski, çok sağlam bir duvar, içinden kimsenin dışarı düşmeyeceği kaçamayacağı hiçbir sesin yükselemeyeceği bir duvar.” (Malina, Çeviren. Ahmet Cemal)

Undine gidiyor öyküsü üzerine:   
   http://www.iudergi.com/tr/index.php/almandili/article/viewFile/18868/18021

“Üstünde yaşadığımız bu kararmakta, dilsizleşmekte ve çılgınlığın önünde geriye çekilmekte olan yıldızda, yüreklerdeki ülkeler boşaltılırken, onca düşünce ve duyguya veda ederken, insanoğlunun sesi bir kez daha yankılandığında, bizler için yankılandığında, bunun insanoğlunun sesi olduğunun bilincine varamayacak biri düşünülebilir mi?”  (Müzik ve Yazın, Çeviren: Ahmet Cemal)



“Ah siz insanlar! Siz canavarlar!
Hans adındaki siz canavarlar! Hiç unutmayacağım Hans adında!

Ne zaman ormandaki açıklıktan geçsem de dallar önümde kaçılı kaçılıverse, sürgünler kollarıma vurarak suları alıp götürse, yapraklar saçlarımdaki damlaları yalasa, Hans adında birine rastlardım hep. (…)
Düşün!  Ol! Dile getir!, çağırısını taşıyan bir bakışla evlerinizden içeri ayak atabiliyordum. Önünüze çıkan her üç kişiden birinin sizi anladığını sanmanıza karşın, ben sizi hiç anlayamıyorum. Sizin anlaşılmayışınız ve sizin anlamayışınız, bu niçin, bu neden, neden sınırlar, neden politika, gazeteler, bankalar, borsa ve ticaret vb. neden hep bunlar? Bunu anlamayışınıza diyecek yoktu doğrusu ve uzun süre sürdü.” (Undine gidiyor, Çeviren: Kamuran Şipal)

Bachmann Celan ile
Bachmann Henze ile


3 Haziran 2012 Pazar

Monika Maron (1941)




3 Haziran’da, Berlin’de doğdu.





Askın içimize mi girdiğini, yoksa içimizden mi çıktıgını bile bilmiyorum.
“Başarıya ulaşmış bir hayat, mutsuzluğu ve kırılganlıkları olmayan bir hayat demek değildir.” diyen Monika Maron’un mutsuzluk ve kırılganlıklarının nedeni henüz o doğmadan kaynağını bulmaya başladı. Annesi Helena Iglarz, babasının Polonyalı bir Yahudi olması nedeniyle yarı Yahudi sayıldığından Monika’nın Katolik babası Walter’le evlenemedi. Dedesi 1942’de Belchatow’daki gettoda, belki de Kulmhof’daki toplama kampında öldürüldü. Batı Almanya’da yaşayan annesi daha sonra Doğu Almanya içişleri bakanı (1955-1963 yıllarında)  olan Karl Maron’la evlendi ve böylece Doğu Almanya’ya yerleşen Monika üvey babasının soyadını aldı.
Ögrencilik dönemlerinde aktivist olan Maron, televizyonda reji asistanlığı yaptıktan sonra, 1962-1966 yıllarında Doğu Berlin’de tiyatro ve sanat tarihi öğrenimi gördü. “Für Dich” ve “Wochenpost” adlı dergilerde altı yıl boyunca muhabirlik yaptı. 1976’dan beri profesyonel anlamda yazarlık yapıyor.
Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı ve istihbarat servisinde çalıştığından sıkça Batı Almanya’ya gitme fırsatı buluyordu. Ancak bir süre sonra istihbarat servisinin istekleri ona ters düşmeye başladığında onlarla olan ilişkisini kestiği için sürekli takip altına alındı. 1981 yılında Doğu Alman Yazınının çevre kirliliğini konu eden ilk kitabı Flugasche’yi yazdı. Ancak kitabın yayınlanmasına izin verilmediğinden, Batı Almanya’da yayınlandı. 1988 yılında eşi ve oğluyla Batı Almanya’ya göçtü. Türkçede de aynı adla yayınlanan Animal Triste  (1996), yaşlı bir kadının sevgilisini yitirmesinin ardından giriştiği iç hesaplaşmalarının ön planda tutulduğu İkinci Dünya Savaşı, çevre ve politik kirlilik gibi konuları eleştiren bir roman.
Halen Berlin’de yaşayan Maron yazar olarak hayatını sürdürmekte. Grimm Kardeşler Ödülü, Kleist Ödülü, Friedrich Hölderlin Edebiyat Ödülü vb. ödüllerin sahibi.


Müzede o zamanlar, belki bugün bile, bir müzede görülebilecek en büyük dinozor iskeleti bulunuyordu. On iki metre yüksekliğinde ve yirmi metre uzunluğunda bir Brachiosaurus’tu bu. Tıpkı bir tapınaktaymış gibi duruyordu. Tıpkı bir tapınaktaymış gibi duruyordu, erkek cinsiyetini yakıştırdığım bir iskelet, sütunlarla süslü salonun ortasında, cam kubbelerin altında, hantal ve yüce, gülünesi küçüklükteki kafasıyla tanrısal bir iddia gibi, aşağıya doğru bana, rahibesine sırıtıyordu. (…)
Brachiosaurus’u düşünmekten hoşlanıyorum. Sevgilim ve Brachiosaurus dışında düşünmekten hoşlandığım fazla bir şey yok. Yılların akışı içinde, unutmak istediğim şeyi bir daha hatırlamamayı öğrendim. İnsanların yaşamış olmayabile değmeyen önemsiz olaylardan oluşan dağları belleklerine neden yığdıklarını ve neden olarak yüz defa belki de daha fazla eşeleyip durduklarını sanki yaşamaya değmiş bir yaşamın kanıtı olmaya uygunlarmış gibi sunduklarını da anlayamıyorum. Benim yaşamımda, unutmayı hak etmemiş olan çok fazla şey yoktu (…) Bugün bu konuda nasıl düşünüldüğünü bilmiyorum, ama kırk elli yıl önce, henüz başka insanlarla beraber yaşadığım sıralarda, unutmak günah kabul edilirdi, daha o zamanda benim aklım buna yatmamıştı, bunu yaşam için tehlikeli bir saçmalık olduğunu düşünmüştüm. İnsanlara unutmanın yasaklanması gibi, çok büyük bir bedensel acı karşısında bayılmak da yasaklanabilirdi, oysa ölümcül bir şok ya da ömür boyu sürecek bir travma ancak bayılmakla önlenebilir. Unutmak ruhun bayılmasıdır. Hatırlamanın, unutmakla hiçbir ilgisi yoktur. (Animal Triste, Çeviren: Mustafa Tüzel)




17 Nisan 2012 Salı

Bettina von Arnim (1785-1859)





4 Nisan’da Frankfurt’ta doğdu.



1844 yılında Almanya’nın çeşitli bölgelerinden topladığı veriler üzerine kaleme aldığı Armenbuch adlı kitabı, henüz yayınlanmadan toplumsal eleştiri barındırdığı gerekçesiyle Prusya sansürüne takılarak kitabın yayınlanması engellendi. Kıyıda kalmış/bırakılmış birçok yazar gibi 1985 yılında, yani doğumundan 200 yıl sonra Berlin’de, yazarı ve yapıtlarını tanıtmak amacıyla Bettina von Arnim adında bir topluluk kuruldu.

Bir ticaret adamı olan Peter Anton Brentano ve Maximiliane La Roche ve on iki çocuklarından yedincisi olan Bettina von Arnim, sekiz yaşındayken annesinin ölümü üzerine üç kız kardeşiyle Kassel’deki St.Ursula Ordens adlı eğitim enstitüsüne gönderildiler babaları tarafından. 1797 yılındaki Fransız istilasına kadar yaşadıktan sonra yazar olan büyükannesi Sophie von La Roche’un yanında yaşamaya başladı.  Burada sanatçıları, entelektüelleri tanıdı. Kardeşi şair Clemens Brentano onu Achim von Arnim ve Friedrich Karl von Savigny ile tanıştırdı.

1806-1811 yıllarında gizlice Achim von Arnim’le mektuplaşmalarının ardından evlendiler. Bu evlilikten yedi çocuk dünyaya getiren Bettina von Arnim, farklı kentlerde yaşadıkları dönemlerde yazışmalarına devam ederek yaşadıkları mekanları, çocuk eğitimi, para ve farklı sanat tasavvurları gibi konuları tartıştılar. 1831’de Achim von Arnim’in ölümünden sonra Berlin’e taşındı Bettina ve tamamen yazmaya yoğunlaştı. 1801 yılında tanıştığı Karoline von Günderrode ile mektuplaşmalarını da Berlin’de yeniden kaleme alarak Die Günderrode (1840) adlı mektup romanını yayınladı. Ayrıca 1806 yılından sonra Goethe’nin annesi Katharina Elisabeth Goethe ile ahbaplık kurduğu ahbaplığının uzantısındaki mektuplaşmalarına Goethe ile mektuplaşmalarını katarak Goethes Briefwechsel mit einem Kinde (1835) adlı kitabını yayınladı ve bu kitabıyla ün kazandı.

Toplumsal ve politik eleştiriler getiren yazar, kadın eşitliği, ölüm cezalarının son bulması gibi konulardaki fikirleriyle kimilerine göre bir devrimci bir yazar bir mit olurken kimilerine göreyse büyümeyen safdilli bir çocuk ya da kurnaz bir şeyten diye nitelendirildi. 1842 yılında Karl Marx ile tanıştığı rivayet edilen Bettina von Arnim 1990 yılında bir başka yazar, Milan Kundera’nın anlatı kişisine dönüştü. Milan Kundera Bettina von Arnim ve Goethe’nin mektuplaşmalarından yola çıkarak Ölümsüzlük adlı kitabını kaleme aldı. 

“Geceleri tek başıma karanlık odadayken ve komşu ışıklar parlaklıklarını duvara yansıtırken, zaman zaman da ışık huzmeleri büstünü aydınlatırken ya da geceleyin kente sessizlik indiğinde, orada, burada bir köpek havladığında, bir horoz öttüğünde; - beni insani olarak onun neden böyle etkilediğini bilmiyorum, acılar içinde nereye gitmek istediğimi de bilmiyorum.- Seninle sözcüklerle olduğundan farklı bir dille konuşmak istiyorum; kalbine sımsıkı sarılmak istiyorum; - Ruhumun alevler içinde yandığını hissediyorum.- Fırtına öncesi havanın korkunç sessizliği gibi sakin ve soğuk kaldı düşüncelerim ve kalp bir deniz gibi çırpmakta. Sevgili, Sevgili Goethe! Sonra seni hatırlıyorum yine geçmiş bir anıda; ateşin ve savaşın izleri yavaş yavaş yok oluyor ve sen içeriye bir ay ışığı gibi doluyorsun. Sen bu güne kadar tanıdığım ve deneyimlediğim herşeyden daha büyük, daha harikulade ve iyisin.- Tüm yaşamın öyle güzel ki. “ (Goethes Briefwechsel mit einem Kinde, Çeviri: Meral Oraliş)


9 Nisan 2012 Pazartesi

Valerie Jean Solanas (1936-1988)




9 Nisan'da Atlantic City, New Jersey'de doğdu.



Kaliforniya'nın "Aylak Kadın"ı

“Bu toplumdaki hiçbir görüşün kadını ilgilendirmemesi, böyle bir toplumda yaşamak  aptallık. Bundan dolayı aydınlanmış, sorumluluk bilinci ve sansasyon seven kadınlara devlet yönetimini devirmek ve para sistemini yok etmek, kapsamlı otomasyonu kaldırmak ve erkek cinsiyetini yok etmek düşer.” cümleleriyle başlayan  S.C.U.M. Manifesto ve Andy Warhol’a saldırısı tanınan Solanas Amerikalı kadın yazar.

Valerie Solanas Dorothy Biondi ve Louis Solanas’ın iki kızından biri olarak dünyaya geldi.  Maryland’te liseyi bitirdikten sonra University of Maryland’te psikoloji bölümünü bitirdi.
Solanas üzerine yazılanlar ve kimi mahkeme kayıtlarına göre oldukça zorlul bir çocukluk dönemi geçirmiş. Babası tarafından tecavüze uğramış ve 15 yaşında evden kaçarak fahişelik ve kapkaçla hayatını sürdürmüş. Üniversite eğitimini de yine fahişelik yaparak finanse etmiş.

1967 yılında yeraltı edebiyat yapıtlarını yayınlayan Maurice Girodias ile tanışan Solanas, S.C.U.M. Manifesto adlı bildirisinin telif hakkını verdi. Pislik anlamına gelen S.C.U.M. Manifesto, aynı zamanda Society for Cutting Up Men açılımıyla  Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu olarak Türkçeye çevrildi.

1968 yılında Greenwich Village’da sokaktaki çöpleri karıştırarak kendisine yiyecek bulan ve sokakta yaşayan Solanas, Andy Warhol ile tanıştı. I, A Man adlı filminde oynadı. Yazmış olduğu Up your Ass adlı oyunu Warhol’a okutmak istediğinden tek örneği olan el yazmalarını ona verdi. Bir süre sonra fikrini öğrenmek üzere Warhol’a gittiğinde tek kopyası olan oyununun kaybolmuş olduğunu öğrenince çılgına döndü ve hemen ardından edindiği silahla Warhol’un stüdyosunu basarak onu ağır bir şekilde yaraladı. Solanas’ın yayıncısı bu sansasyonel olaydan yararlanarak S.C.U.M. Manifesto’yu yayınladı. Solanas bu eyleminin ardından yargılandı, bir süreliğine akıl hastanesine yatırıldı. 1971 yılında serbest bırakıldıktan sonra yine sokaklarda yaşadı. 52 yaşında anfizem hastalığından öldü. 

1997 yılında hayatı, özellikle de Warhol’u vurmasını konu alan I Shot Andy Warhol adlı film Mary Harron tarafından filme alındı. 2006 yılında Drömfakulteten adıyla gazeteci yazar Sara Strindberg’in kaleme aldığı, 2010 yılında Almancaya Traumfabrik olarak çevrilen biyogragik roman Solanas’ın hayatını konu aldı.




29 Şubat 2012 Çarşamba

Lou Andreas-Salomé (1861-1937)




12 Şubat’ta St. Petersburg’ta doğdu.



Anılara hep sadık kaldım, insanlaraysa asla.

Lou Salomé üzerine yazılan biyografilerde, kimine göre uslanmaz bir aşık, kibar bir fahişe ya da soğuk bir kadın, kimine göre eşi benzeri bulunmaz güzellikte, alımlı ve entelektüel bir kadın olarak nitelendirilir. Bunca farklı niteliğin aynı kişiye yakıştırılmasının nedenlerinden biri Lou’nun St. Petersburg’tan Paris’e, oradan Münih ve Roma’ya uzanan bir coğrafyayı yazıları, üstün zekası ve güzelliğiyle kendisine yaşam alanı seçmişliğinde, bir diğeriyse Nietzsche, Rilke, Freud ve daha birçok erkeğin, kadının hayranlık duyduğu, ayrıksı, kendine özgü ve bağımsızlık tutkunu bir kadın oluşunda yatar. Döneminin geleneksel normlarının dışında kalmayı, yaşam biçiminin kurallarını kendi koymayı yeğleyen, ekonomik bağımsızlığına değer veren ve kendisini herhangi bir gruba ait hissetmeyen bir yazar, şair, psikanalist. Kimi yazıları Henry Lou mahlasıyla çıktıysa da yazılarının çoğu kendi adıyla yayınlandı, gelgelelim bireysel kimliği ve yaşam biçimi yazılarının çok önüne geçerek onun en önemli başyapıtı oldu.
Kökeni Güney Fransa’daki Yahudi Salomelere dayanan, sonradan Protestan olmuş bir ailenin çocuğu olan babasının görevi nedeniyle gittiği St. Peterburg’da doğdu Lou Salomé. Burjuva sınıfından ve babasının da general oluşundan İngiliz ve Fransız mürebbiyelerle büyüdü. Fransızca, Almanca ve Rusça öğrendi. Protestan bir rahip olan Hendik Gillot ile felsefe, dinler tarihi ve teoloji çalıştı ayrıca Kant, Leibniz, Fichte, Spinoza vb. düşünürlerin felsefelerini tartıştılar. Gillot verdiği özel derslerde Lou’nun entelektüel yanını uyandırmakla kalmadı, ona aşık oldu. İki çocuklu ve evli olan rahip eşinden ayrılarak Lou ile evlenmek istediyse de, Lou için böyle bir aşkı yaşamak imkansızdı.
Çok sevdiği babasının ölümünden sonra (1879) eğitimine çok az sayıda kadın öğrenci kabul eden Zürih Üniversitesi’nde devam eden Lou Salomé, sağlık nedeniyle Roma’ya gitmek zorunda kaldı. 1848 devriminde Münih’ten Roma’ya giden, yazar, idealist bir kadın hakları savunucusu  Malwida von Meyerburg ile yakın arkadaşlık kurdu. Malwida onu kendi himayesi altına aldı. Berlin’deki edebiyat tartışmaları alışkanığını Roma’da da sürdürebilmek için sanatçı ve yazarları bir araya toplayan Malwida, yakın arkadaşları Paul Reé ve Nietzsche ile tanıştırdı Lou’yu. İki adam da ona aşık oldu. Lou kadın olarak zihnini geliştirmesinin yanı sıra güzel bir yüze ve bedene sahip olmanın ikilemini yaşadı. Çünkü içinde yaşadığı dönemdeki yaygın kanı, zihinsel etkinliklerin erkeğe, güzel bir bedeninse kadına ait olduğuydu. İkisi arasında bir seçim yapmak zorunda kalarak kendisini sadece zihinden oluşmuş biri olarak görmeye başlayarak bedenini ve arzularını yok saydı. Bunun için de her ikisiyle de arkadaşlıklarının entelektüel düzlemde sürmesini istedi. Nietsche’nin bu üçlü ilişkiden yola çıkarak kurguladığı fotoğraf günümüze kadar ulaşmıştır: Lou’ya her iki erkeği bir arabanın önüne bağlayarak kendisini çekermiş gibi poz verdirmiştir fotoğrafta.  Lou Salomé’ye aşkını itiraf edip ters yüz edilen Nietzsche, Wagner’in de kendisine acı veren ölümünün aynı döneme denk gelmesiyle 1883 yılında Rapallo’ya giderek Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün ilk bölümünü kaleme almaya başladı. Bugünden bakıldığında bu karşılıksız aşkın tetiklediği kitap yazılmasaydı, nasyonal sosyalizmin temelini oluşturan düşünce nereden beslenirdi diye sormadan edemiyor insan.
Lou Salomé, Paul Reé ile yaklaşık üç yıl Berlin’de yaşadı. İlişkileri Lou açısından hep bir arkadaşlık düzleminde kaldıysa da Reé açısından aynısını söylemek pek olası değil. 1887 yılında oryantalist Profesör Friedrich Carl Andreas ile tanışıtı Lou Salomé. Andreas bir akşam yemeğinde elindeki bıçağı göğsüne sapladı, iyileştiğindeyse bunu kendisiyle evlenmesi için yaptığını dile getiridi, böylece Lou yaşamının sonuna değin sürecek evliliği onunla gerçekleştirdi ve ölünceye dek Andreas adını taşıdı. Ancak bu ilişkide de cinsellik Lou için akıl almaz bir yakınlaşma biçimiydi.
Lou Salomé otuz beş yaşında en tutkulu aşkını yaşadı. Henüz 21’inde olan Rainer Maria Rilke ile tanışıtı. Her ikisi için de tutkulu ve yakıcı bir aşktır yaşanan. Ön adı Rene olan yazarın adını, Lou, kadınsı bularak Rainer olarak değiştirmesini istedi. Lou için tek “gerçek aşk” Rilke ile yaşadığıdır. Rilke’nin tüm metinleriyse yine onun aşkıyla hayat bulur. Rilke ve Salomé iki kez Rusya’ya gitti. Rusya önceleri ikisi için de aşklarının en keyifli mekânı olduysa da aynı zamanda da ilişkinin koptuğu mekân oldu. Rilke’nin davranış biçimleri ve korkuları Lou için önemli psikolojik rahatsızlıkların ipuçları oldu. Bu ayrılığa karşın arkadaşlıkları yaşamlarının sonuna değin yazışmalar ve görüşmelerle sürdü.
Frida Bülow ve Helene Klingenberg’le çok yakın arkadaşlık kurdu. Başı sıkıştığında farklı karakterlere sahip bu kadınlarla dertleşti, söyleşti. Ayrıca yaşadığı yıllarda kadın hareketinde etkinlik gösteren Ellen Key, Helene Lange, Hedwig Dohm, Anita Auguspurg vb. önemli feministlerle tanıştı. Ancak kendisini bu hareketin içinde konumlandırmadı hiçbir zaman. Romanlarında kurguladığı kadınlar da bu akımın temsilcisi olmadılar.
İsveç’te tanıştığı, sinir hastalıkları mütehassısı Poul Bjerre ile yoğun bir ilişki yaşadıkları sırada Almanya’da bir psikanaliz kongresine gittiler ve orada Freud ile tanıştı. İleriki yıllarda onun seminerlerine katıldı. Bu meraklı ve çalışkan öğrencisi Freud’un kısa zamanda ilgisini çekti ve psikanaliz tartışmalarında ona da yer verdi. Lou bu tartışmalar sonucunda kendisini ve insanların iç dünyalarını daha iyi anlamaya başlayarak bunu metinlerine yansıttı. Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşadığı derin acıların üstesinden gelebilmek için psikanalist olarak çalıştı ve psikanaliz üzerine yazılar yazdı.. Kendisi belki hiçbir zaman büyük psikanalistler arasında yer almadı, ama Freud’la yaptığı tartışmalar, ünlü psikanalistin geliştirdiği kuramlarda önemli katkılar sağladı.
Lebensrückblick adını verdiği, 70’li yaşlarında kaleme aldığı özyaşamöyküsel yazılarında Salomé, yaşadıklarını, anımsadıklarını ve kendisinde iz bırakan insanları anlatırken geçmiş zamandan söz etmez. Yaşam yolunu kendi elleriyle çizen Lou, kişileri hiyerarşik bir düzende, önem sırasına göre anlatmaz. Bir bellek çalışması değil de sanki şimdiki zamanda yaşanan olayların aktarımı gibidir. Anıları için şöyle der : “ Belleğimde sana ait düşünceleri geçmişte kalmış gibi değil, şu anda yaşıyormuşum gibi deneyimliyorum. Bu bir cenaze değil, bir yaşam deneyimiydi.”

“Nisan, bizim ayımız Rainer. (…) Yıllarca senin karın oldum, çünkü benim için ilk gerçek sen oldun, beden ve insan birbirinden ayrılmaz bir bütün, yaşamın kuşku kaldırmaz gerçekliğinin ta kendisi. “Sen, sadece sen gerçeksin” sözleriyle aşkını itiraf ettiğin gibi,  ben de harfi harfine aynı şeyi itiraf edebilirim. Bu gerçeklikle eş olduk, daha çok arkadaş olduk. Gerçi bu arkadaşlık bizim seçimimiz değildi, bilinçaltında tamamlanmış evliliklerdendi daha çok. İki ayrı yarımız içimizde birbirini aramadı:  şaşkın bir bütünlük, titrek, derin bir bütünlükte buldu kendini. Böylece kardeş olduk- o eski çağlardan kalma, ensestin, mukaddes olana hürmetsizlik sayılmadığı dönemden kalma bir kardeşlik.” (Lebensrückblick, Çeviren: Meral Oraliş) 



                                                       
             

Lou Salomé, Paul Reé, Friedrich Nietzsche
                                                                 
                                                                                             Rainer Maria Rilke,  Lou Salomé                                                                                                              
     






21 Şubat 2012 Salı

Juana Edelmira Antolina Rosa (Anaïs) Nin y Castellanos (1903-1977)


Anaïs Nin 


21 Şubat’ta Neuilly-sur-Seine’de (Paris) doğdu.




“Yalnızca, bir kadın olmayı arzuluyorum. Kitap yazmak,
dünyayla dogrudan, dolaysızca yüzlesmek,
salt edebi kan nakliyle yasamak.”

“Kendimi, roman kişisi olarak ele aldığımda, çok daha iyi hissediyorum”  diyen  Anaïs Nin, yaşam öyküsüyle kurmacayı iç içe harmanlayıp kendini bedenine ve kimliğine ilişkin en yakıcı konuları kaleme aldı. Hayalle gerçeği birbiri içinde eriten yazar bilinçakışı tekniğini sıkça kullandı.  O güne değin hiç olmadığı kadar sınırsızca kadının bedenini, duygu ve düşünce dünyasını tüm çelişki ve yalınlığıyla yazısının konusu haline getirdi.
Yazmaya, piyanist, besteci olan babası, Joaquin Nin y Castellanos’un aniden evden gidişiyle başladı. Danimarkalı-Fransız  kökenli şarkıcı olan annesi Rosa Culmell Nin bu ayrılığın ardından çocuklarını alarak önce Barcelona’ya sonra da New York’a göç etti. Yolculuk sırasında günce yazmaya başlayan Anais Nin, yaşamı boyunca yazmayı sürdürdüğü ve yaklaşık 35.000 sayfa olan güncelerinin birinde babası için:  “Hayatta ilk düşkün olduğum insan babam, bana ihanet etti ve dağıldım.(…) Dağıldım, dağıldım, geriye milyonlarca anlamsız ilişki kaldı” dedi.
1923’te yaşamının sonuna kadar evli kaldığı Hugh Guiler ile Havanna’da evlendi. Bankacı olan Guiler’le önce Paris’e sonra da Louvecienns’e yerleştiler. İngiliz yazar D.H. Lawrence üzerine çalışan Nin, 1932 yılında D.H.Lawrence An Unprofessional Study adındaki kitabını yayınladı.
Nin, 1931’de Paris’te tanıştığı Henry Miller ile kısa sürede  sarsıcı bir aşk yaşadı. Miller’a Yengeç Dönencesi kitabını kaleme alırken gerek daktiloya geçirme ve düzeltmeleri yapma sürecinde gerekse baskı için maddi desteği sağladı; kitabın önsözünü yazdı. Her türlü toplumsal baskı, otorite ve tabuya cinselliğin sınırsız olanaklarıyla karşı koyan Nin, Henry Miller ve karısı June Miller’a karşı duygularını, arzularını ve onlarla yaşadıklarını Henry ve June adlı kitabında dile getirdi. Yaşamında önemli izler bırakan bu aşk üçgenini öykülediği günceleri yayınlandığında, kocası Hugo’u anlattıklarının tamamen kurmaca bir dünyanın ürünü olduğuna inandırdı. Yaşanmışlıkların ve ertelenmişliklerin dışında öykülemelerindeki kişi çözümlerini gerçekleştirmesinde ona yol gösteren bir başka etken de, “Société Française de Psychanalyse”i kuran René Allendy’le Fransa’da, Otto Rank ile de New York’ta psikanaliz seanslarına kimileyin hasta kimileyinse psikanalist olarak katılmasıydı.
1939 yılında Almanya’nın Polonya’ya saldırmasıyla birlikte Fransa’daki yabancılara yurt dışına çıkmaları çağrısı yapıldı. Bu çağrının hemen ardından Hugo ile New York’a gittiler. Onlarla birlikte Gonzalo More ile Fransa’da başlayan ilişkileri de Amerika’ya göç etmişti. More ve Nin “Gemor Press” adlı küçük bir yayınevi kurarak birçok kitap yayınladılar. Ancak yayınevinin ömrü bu ilişkinin ömrü kadar beş yıl daha sürdü.
Nin kırk dört yaşındayken Polonya kökenli Rupert Pole’e aşık oldu. Bu sırada Hugo ile evli olan Nin, eşzamanlı Kaliforniya’da Pole  ile evlendi. Her iki evliliğini de birbirinden habersiz yaşamının sonuna değin sürdürdü. Gelgelelim 1953 yılında geçirdiği bir tümör ameliyatının uzantısı olarak hastalığı yinelediğine Rupert Pole’nin yanında kalmayı ve  ölmeyi yeğledi. Pole küllerini bir helikopterden Pasifik Okyanusu üzerine serpti.
Anais Nin birçok araştırmada erotik edebiyatın önemli kalemleri arasında gösterilir. Ancak günümüzde Nin yeniden okunduğunda, onun bir kadın olarak kendisine sunulan rollere ve eril iktidarın söylemiyle belirlenmiş konumlandırmalara gerek metinlerinin yapısı ve öykülediği konular gerekse yaşam biçimiyle karşı durduğu daha da belirginleşir. Metinlerinde, cinselliğini farklı ilişkilerde yeniden keşfeden bir kadının bedeninin; deneyimlediği hayatta ilişkide olduğu kişileri ve kendini durmaksızın sürdürdüğü sorgulamalar ve deneysel yollarla yeniden tanımladığı/gerçekleştirdiği kimliğinin yansımalarını bulmak olasıdır.

„Bir gün Hugo’yla Henry arasında seçim yapmak zorunda kalırsam, hiç duraksamadan Hugo’yu seçerim. Hugo adına kendime tanıdığım, ondan gelen bir armağanmışçasına kabullendiğim özgürlük, ona duyduğum sevginin boyutunu, gücünü artırıyor.
(…) Saçlarımı taramak için üst kata çıkarken, yarın koşa koşa Henry’ye gideceğimi biliyordum. Hayaletlerimle dövüşmek için yaptığım tek şey, beni odasının duvarına yaslamak ve öpmek, bugün vücudumdan neler beklediğini, hangi devinimleri, hangi tavırları istediğini fısıldamak. İsteklerine boyun eğiyor, cinnetine eşlik ediyorum. Birlikte, ancak rüyalarda görülebilen, gerçekdışı engellerin üstünden atlıyoruz. Ona neden âşık olduğumu artık biliyorum. Fred bile yanımızdan ayrılırken eskisi kadar kederli görünmüyordu; Henry’ye içimi açtım: Ondan dört dörtlük bir aşk beklemediğimi, bundan tıpkı benim gibi bıkıp usandığını bildiğimi, içimin ani bir bilgelik ve mizahla dolup taştığını, bizim artık sevişmek istemeyeceğimiz ana kadar ilişkimizi hiçbir şeyin durduramayacağını söyledim. Zevkin ne olduğunu galiba ilk kez anlıyorum.
(…) Eduardo kendimi asla tamamen vermediğimi söylüyor fakat kendimi Hugo’nun soyluluğuna ve kusursuzluğuna, Henry’nin şehvetine, Eduardo’nun güzelliğine nasıl teslim ettiğimi gördükçe bu iddiası bana olanaksız geliyor.
(…) June’un muhteşem dediğim dedikliğini, inisiyatifini, zorbalığını düşündüm acı acı. Erkekleri âcizleştirenler güçlü kadınlar değil, kadınları aşırı güçlü yapanlar âciz erkekler diye düşündüm. Henry’nin karşısında, Latin kökenli bir kadının teslimiyetiyle, uysallığıyla geçtim; ezilmeye hazırdım.
(…)  Ah, üçümüz ne muhteşem bir oyun oynuyoruz. İblis kim? Yalancı kim? İnsan kim? En zekimiz kim? En güçlümüz? En çok kim seviyor? Biz üç hudutsuz egoyuz ve iktidar için mi çarpışıyoruz, yoksa aşk için mi? Yoksa bu ikisi birbirine mi karıştı? “ (Anaïs Nin, Henry ve June, Çeviren: Püren Özgören)


         
    Anais Nin, Rupert Pole ile
  Anais Nin, Henry Miller ile