25 Ocak’ta Londra’da
doğdu.
Woolf, Kendine Ait Bir Oda’da “nehir kıyısına oturup bu sözcüklerin ne anlama gelebileceklerini” düşünen bir kadın yazardan söz eder. Ne var bunda denebilir elbette. Her kadın nehir kıyısında bir şeyleri aklından geçirmiştir bir kez de olsa hayatında. Ama 19.yy romanı düşünüldüğünde kadının bedenini görkemli malikanelere, evlere kapatan birçok yazara karşın, kadını ait olduğu doğanın içinde konumlandırışıyla Woolf romanına sadece bilinçakışı tekniği gibi biçimsel bir yenilik getirmekle kalmayıp kadının iç dünyasını ve bedenini roman içinde yeniden konumlayarak onu farklı bir bakış açısıyla öykülemeye başlar. Romanında gündelik hayatın en küçük ayrıntılarını, o güne değin mercek altına almaya değer bulunmayan “küçük şeyleri”, renksiz kişileri anlatır. Dış dünyanın bireyin bilinci üzerine bıraktığı etkileri, bütüncül bir olay örgüsüyle değil, anlardan oluşan görüntülerin yana yana getirilmesiyle öyküler. Hayat giriş, gelişme,sonuç şablonuna sığdırılamayacak denli akışkan ve hareketlidir ne de olsa. Yazmak Woolf içi bir varoluş biçimi haline gelmiş, kendi değişiyle: “Benliğimin bileşimi ancak yazmakla düzenlenebiliyor… Yazmazsam, hiçbir şey bir bütün oluşturamıyor… Yazmazsam hiçbir şey gerçek değil.”
İyi bir yazar olduğu kadar, edebiyat tarihinin
akışına yeni bir soluk getirecek kadar da iyi bir eleştirmedi. Bloomsbury grubu
içinde yer aldı. Leonard Woolf ile
Hogarth Press’i kurdular. Hiç
çocuk doğurmadı. Ancak bunun bir eksiklik olduğunu dile getirdi “Başarılı
görünmek istiyorum…Ama işin köküne inemiyorum… Çocuğum olmadığı için… İyi
yazmayı beceremediğim için.”
“Bir kadının Shakespeare’in çağında
Shakespeare’in oyunlarını yazmış olabilmesi her yönüyle ve tümüyle olanaksızdı.
Gerçek verilere ulaşmak olağanüstü güç olduğundan, izin verin, düş gücümü
harekete geçirip Shakespeare’in Judith adında son derece yetenekli bir kız
kardeşi olmuş olsaydı neler olurdu diye şöyle bir tahmin yürütmeye çalışayım.
(…) yetenekli kız kardeşinin evde kaldığını varsayalım. O da aynı ölçüde
maceracı, aynı ölçüde yaratıcıydı ve dünyayı tanımak için aynı ölçüde yanıp
tutuşuyordu. Ama okula gönderilmedi. Horace ve Virgil okumak bir yana gramer ve
mantık okumak gibi bir olanağı dahi yoktu. Arada bir eline bir kitap, belki de
erkek kardeşininkilerden birini alıp birkaç sayfa okuyordu. Tam o anda annesi
ya da babası içeriye girip çorapları yamamasını ya da pişen türlüye bakmasını
ve kitap kağıtla oyalanmamasını söylüyordu. (…) Ne var ki yazarlık dehası kıza
rahat vermiyor, erkeklerle kadınların yaşamlarını ve huylarını inceleyerek
açlığını doyurmak için yanıp tutuşuyordu. Sonunda –yüzü inanılmaz biçimde
Shakespeare’e benziyordu; aynı çelik mavisi gözler, aynı kavisli kaşlara
sahipti- en sonunda oyuncu menejeri Nick Green, ona acıdı; Judith bu
beyefendiden hamile kaldığını öğrendi ve böylece -bir kadın bedeninde
kıstırılıp kalmış bir şair ruhunun şiddetini ve ateşini kim ölçebilir?- bir kış
gecesi…” Kendine Ait Bir Oda,
Çeviren: Suğra Öncü
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.