Kategoriler

5 Ocak 2012 Perşembe

Annette von Droste-Hülshoff 1797-1848)



10 Ocak’ta Münster’de doğdu.



Edebiyat tarihinde adına neredeyse hiç rastlanmayan şairlerden Annette von Droste-Hülshoff, aynı zamanda Westphalia asillerinden bir besteci. Döneminde aristokrat bir kadının uyması beklenilen kuralların aksine hayatı boyunca şiir yazabilmek, beste yapabilmek ve yapıtlarıyla kamusal alanda yer alabilmek için savaş verdi. Bir yandan ait olduğu sınıfın değerlerini taşırken öte yandan kadın olarak özgürce varoluşunu sürdürebilme arzusu ikilemler içinde kalışının nedeni oldu. Yapıtlarında yakaladığı özgürlük söylemini hayatına bir türlü geçiremedi. Seçtiği yolda kendisine yol arkadaşı bulmakta güçlük çeken Dorste, yalnız geçirdiği yıllarda sıkça hastalandı.
Çağdaşı kadın yazarlarından farklı yazmayı tercih ettiği için de, kendisi her ne kadar karşı çıktıysa da, yapıtlarında erkek figürlerin başkişi oluşu “Erkek gibi şair” olarak nitelendirilmesine yol açtı. Doğa şiirlerinde ve balatlarında günümüzde hala geçerliliğini yitirmemiş imgeleri bulmak olası. Die kölnische Zeitung’da yoğun bir çalışma temposuyla yazılar yazdı. Yazılarının birçoğu ya isimsiz ya da Elisabetha; Annette Elisabeth von D…H… adlarıyla yayınlandı.

Patricia Highsmith (1921-1995)



19 Ocak’ta Teksas’ta doğdu.


Psikolojik polisiye romanları ve kısaöyküleriyle ünlenen Highsmith, doğduğu ülkeden çok Avrupa kıtasında tanındı önceleri. Amerika’da da yeniden keşfedilince birçok filme ve televizyon filmine uyarlandı romanları. Genelde kurguladığı metinlerde ahlaki değerlerden çok kişilerin iç dünyalarını öne çıkardı. Karl A Menninger’in psikoloji üzerine yazdıklarından çok etkilenerek kurguladığı kişilerde birbirinden farklı psikolojik sorunları olan insanları yansıtmayı seçti. The Price of Salt romanını Claire Morgen mahlasıyla yazdı. Daha sonraları bir dizi kahramana dönüşecek Tom Ripley tiplemesini kurgaladı.

Virginia Woolf (1882-1941)


25 Ocak’ta Londra’da doğdu.



Woolf, Kendine Ait Bir Oda’da “nehir kıyısına oturup bu  sözcüklerin ne anlama gelebileceklerini” düşünen bir kadın yazardan söz eder. Ne var bunda denebilir elbette. Her kadın nehir kıyısında bir şeyleri aklından geçirmiştir bir kez de olsa hayatında. Ama 19.yy romanı düşünüldüğünde kadının bedenini görkemli malikanelere, evlere kapatan birçok yazara karşın, kadını ait olduğu doğanın içinde konumlandırışıyla Woolf romanına sadece bilinçakışı tekniği gibi biçimsel bir yenilik getirmekle kalmayıp kadının iç dünyasını ve bedenini roman içinde yeniden konumlayarak onu farklı bir bakış açısıyla öykülemeye başlar.  Romanında gündelik hayatın en küçük ayrıntılarını, o güne değin mercek altına almaya değer bulunmayan “küçük şeyleri”, renksiz kişileri anlatır. Dış dünyanın bireyin bilinci üzerine bıraktığı etkileri,  bütüncül bir olay örgüsüyle değil, anlardan oluşan görüntülerin yana yana getirilmesiyle öyküler. Hayat giriş, gelişme,sonuç şablonuna sığdırılamayacak denli akışkan ve hareketlidir ne de olsa. Yazmak Woolf içi bir varoluş biçimi haline gelmiş, kendi değişiyle: “Benliğimin bileşimi ancak yazmakla düzenlenebiliyor… Yazmazsam, hiçbir şey bir bütün oluşturamıyor… Yazmazsam hiçbir şey gerçek değil.”
İyi bir yazar olduğu kadar, edebiyat tarihinin akışına yeni bir soluk getirecek kadar da iyi bir eleştirmedi. Bloomsbury grubu içinde yer aldı. Leonard Woolf ile  Hogarth Press’i kurdular.  Hiç çocuk doğurmadı. Ancak bunun bir eksiklik olduğunu dile getirdi  “Başarılı görünmek istiyorum…Ama işin köküne inemiyorum… Çocuğum olmadığı için… İyi yazmayı beceremediğim için.”

“Bir kadının Shakespeare’in çağında Shakespeare’in oyunlarını yazmış olabilmesi her yönüyle ve tümüyle olanaksızdı. Gerçek verilere ulaşmak olağanüstü güç olduğundan, izin verin, düş gücümü harekete geçirip Shakespeare’in Judith adında son derece yetenekli bir kız kardeşi olmuş olsaydı neler olurdu diye şöyle bir tahmin yürütmeye çalışayım. (…) yetenekli kız kardeşinin evde kaldığını varsayalım. O da aynı ölçüde maceracı, aynı ölçüde yaratıcıydı ve dünyayı tanımak için aynı ölçüde yanıp tutuşuyordu. Ama okula gönderilmedi. Horace ve Virgil okumak bir yana gramer ve mantık okumak gibi bir olanağı dahi yoktu. Arada bir eline bir kitap, belki de erkek kardeşininkilerden birini alıp birkaç sayfa okuyordu. Tam o anda annesi ya da babası içeriye girip çorapları yamamasını ya da pişen türlüye bakmasını ve kitap kağıtla oyalanmamasını söylüyordu. (…) Ne var ki yazarlık dehası kıza rahat vermiyor, erkeklerle kadınların yaşamlarını ve huylarını inceleyerek açlığını doyurmak için yanıp tutuşuyordu. Sonunda –yüzü inanılmaz biçimde Shakespeare’e benziyordu; aynı çelik mavisi gözler, aynı kavisli kaşlara sahipti- en sonunda oyuncu menejeri Nick Green, ona acıdı; Judith bu beyefendiden hamile kaldığını öğrendi ve böylece -bir kadın bedeninde kıstırılıp kalmış bir şair ruhunun şiddetini ve ateşini kim ölçebilir?- bir kış gecesi…” Kendine Ait Bir Oda, Çeviren: Suğra Öncü

3 Ocak 2012 Salı

Anja Henriёtte Meulenbelt (1945)



6 Ocak’ta Utrech’te doğdu.



Meulenbelt, gazeteci, yazar, politikacı ve feminist.Toplumsal eşitsizliğin yansıdığı temel kategorilerden sınıf, cinsiyet ve ırkçılğın kesişim noktalarının altını çizerek eleştirir. Birçok dile çevrilen Utanç Bitti romanıyla Türkçede tanınan Meulenbelt: Dil, benim sorunum dil, benim dilim değil bu. Renklerle yazabilmek isterdim ya da sözcüksüz seslerle” derken kadının kendine ve bedenine yabancılaşan varlığının koşullarını belirleyen iktidara işaret eder. Tüm uzlaşımları reddederek, kadın olmayı yeniden deneyimleyerek  keşfetmek üzere yola çıkmış. Kendinden ve bedeninden utanmayı bir kenara bırakıp anlatı kişisi Anna Wulf ile konuşmalarından tüm uzlaşımlara kafa tutan farklı bir kadın tiplemesi çizer.
2008 yılında Ankara’da düzenlenen Gay Pride’a konuk olarak katılmıştı.

"Geçmişten bir görüntü. Küçüğüm ve yeni yeni yürüyorum. Etrafıma bakıyorum. Annemin ve babamın olmaları gereken yerde iki sandalye görüyorum. Sandalyeler boş. Etrafıma bakmamayı yeğliyorum, çünkü sandalyelerin ne kadar boş olduğunu, arkalarında ne kadar büyük bir boşluk ve karanlık olduğunu, sessizliğin ne kadar büyük olduğunu görmek istemiyorum. Çocukluğumun kabuslarında Naziler beni almaya geldiklerinde hep yalnız olurdum. Öne doğru koşmayı öğrendim. Geriye bakmamalı, hepsinden önemlisi geriye bakmamalı. Aşk acısının sonsuz çaresizliği: Eğer sevilmezsem varlığım ortadan kalkıyor, yaşamaya devam etmeye değecek bir şey kalmıyor. Elde etmiş olduğum hiçbir şey bu sandalyenin boşluğunu dengeleyemez.” “O zamanlar onunla birlikte ya da onsuz oturmuş olmam gereken yerlerin hiçbirini tanımıyorum; herhangi bir küçük Fransız kentindeki diğer bütün yerler gibi görünüyorlar. O zamanlar kederim öylesine büyüktü. Kayboldu. Silindi. Yazarak tükendi.” Kayıp Zaman, Çeviren: İlknur İgan

2 Ocak 2012 Pazartesi

Susan Sontag (1933-2004)



6 Ocak’ta New York’ta doğdu.


Amerikalı gazeteci, yazar, rejisör, eleştirmen ve insan hakları savunucusu. Chicago ve Harvard Üniversiteler’inde edebiyat, felsefe ve teoloji okuyan Sontag. edebiyat, fotoğraf, film ve sanat üzerine yazdığı denemeleriyle önemli tartışmalara imzasını attı. Savaş fotoğrafları üzerine yazdığı denemelerinde, insanın vicdanının fotoğraflardaki vahşeti görerek ölmekte olduğunu, daha da kötüsü insanın bu tür vahşet fotoğraflarını birer imge düzleminde algılamaya başladığını söyledi. Sontag sadece fotograf üzerine yazdığı denemelerinde değil birçok alanda gerçekliğin ne olduğunu tartıştı. Amerika’da kadın haklarını savunan, kadının gündelik hayata ilişkin deneyimlerini kaleme alan yazarlar arasında yer aldı.

Sontag Çeviri Ödülü bu yıl İngilizceden Portekizceye çevrilecek bir yazınsal metne verilecek.



“Hastalık, yaşamın karanlık yüzü, gecesidir; daha çok tedirgin edici bir vatandaşlıktır. Her kişi doğduğunda iki ülkenin vatandaşı olur: Sağlık ülkesinin ve hastalık ülkesinin. Ve her ne kadar hepimiz iyi nam salmış ülkenin pasaportunu kullanmayı tercih etsek de, eninde sonunda yine hepimiz –en azından bir süre için- diğer ülkenin pasaportunu taşımak zorunda kalırız.”Göstermek istediğim, hastalığın metafor olmadığı ve onunla hesaplaşmanın en dürüst yolunun -ve hasta olma durumunun en sağlıklı biçiminin- hastalığa karşı en yüksek dirençle karşı koymak için, metaforik düşünceden olabildiğince kopmak gerektiği.”“Verem ve kansere ilişkin söylenceler arasındaki en belirgin benzerlik, her ikisinin de tutkulara bağlı birer hastalık olarak düşünülmesidir.” Metafor Olarak Hastalık, Çeviren: Dr.İsmail Murat

Simone de Beauvoir (1908-1986)


9 Ocak’ta Paris’te doğdu.


“Kadın doğulmaz olunur” diyen Beauvoiar Fransız yazar, filozof ve feminist aktivist. Kadın oluşun nedenlerini biyolojik belirlenime bağlı bir kaderde değil, tarihsel toplumsal koşulların ürünü oluşunda arar. İkinci Cins kitabıyla feminizm tarihinin yapı taşlarından birini oluşturdu. İlk cildi kısa zamanda çok sattı, ikinci cildi sattığı kadar, ele aldığı konular nedeniyle çok tartışılan bir kitap oldu. Bu kitaplarında yaşama bakarken varoluşçu bir etiğin izlerini taşır. Her öznenin sürekli devinen başka özgürlüklere eklemlenen özgürlüğün tasavvuruyla kendini gerçekleştirdiğine ve bugünün varoluş koşullarının yüzünü sonsuzluğa açılan bir geleceğe döndüğüne işaret eder. Kadınların varoluşunun temel engelleyici sınırlarından söz etti. Her insani varlığın kendisini keşfedebildiği, belirlediği özerk özgürlük alanlarının olmasına karşın, kadının bu bağlam içinde eril kimlikler tarafından “Öteki” olarak konumlandırılışını eleştirdi.
"24 Ekim 1963 Perşembe günü, ikindi üstü saat dörtte, Roma’da, Minerva Otel’indeki odamdaydım; ertesi gün uçakla Paris’e dönecektim, kağıtlarımı düzenliyordum, tam o sırada telefon çaldı. Bost, Paris’ten telefon ediyordu, “Anneniz bir kaza geçirdi,” dedi. Bir otomobil çarpıp devirmiştir kadını, diye düşündüm. Bastonuna dayanmış güçlükle, yoldan kaldırıma çıkmaya uğraşırken bir araba çarpmıştı muhakkak. “Banyoda düşmüş, uyluk boynunu kırmış,” dedi Bost. Annemin oturduğu binada oturuyordu o da." Sessiz Bir Ölüm - Çeviren: Bilge Karasu