Kategoriler

3 Haziran 2012 Pazar

Monika Maron (1941)




3 Haziran’da, Berlin’de doğdu.





Askın içimize mi girdiğini, yoksa içimizden mi çıktıgını bile bilmiyorum.
“Başarıya ulaşmış bir hayat, mutsuzluğu ve kırılganlıkları olmayan bir hayat demek değildir.” diyen Monika Maron’un mutsuzluk ve kırılganlıklarının nedeni henüz o doğmadan kaynağını bulmaya başladı. Annesi Helena Iglarz, babasının Polonyalı bir Yahudi olması nedeniyle yarı Yahudi sayıldığından Monika’nın Katolik babası Walter’le evlenemedi. Dedesi 1942’de Belchatow’daki gettoda, belki de Kulmhof’daki toplama kampında öldürüldü. Batı Almanya’da yaşayan annesi daha sonra Doğu Almanya içişleri bakanı (1955-1963 yıllarında)  olan Karl Maron’la evlendi ve böylece Doğu Almanya’ya yerleşen Monika üvey babasının soyadını aldı.
Ögrencilik dönemlerinde aktivist olan Maron, televizyonda reji asistanlığı yaptıktan sonra, 1962-1966 yıllarında Doğu Berlin’de tiyatro ve sanat tarihi öğrenimi gördü. “Für Dich” ve “Wochenpost” adlı dergilerde altı yıl boyunca muhabirlik yaptı. 1976’dan beri profesyonel anlamda yazarlık yapıyor.
Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı ve istihbarat servisinde çalıştığından sıkça Batı Almanya’ya gitme fırsatı buluyordu. Ancak bir süre sonra istihbarat servisinin istekleri ona ters düşmeye başladığında onlarla olan ilişkisini kestiği için sürekli takip altına alındı. 1981 yılında Doğu Alman Yazınının çevre kirliliğini konu eden ilk kitabı Flugasche’yi yazdı. Ancak kitabın yayınlanmasına izin verilmediğinden, Batı Almanya’da yayınlandı. 1988 yılında eşi ve oğluyla Batı Almanya’ya göçtü. Türkçede de aynı adla yayınlanan Animal Triste  (1996), yaşlı bir kadının sevgilisini yitirmesinin ardından giriştiği iç hesaplaşmalarının ön planda tutulduğu İkinci Dünya Savaşı, çevre ve politik kirlilik gibi konuları eleştiren bir roman.
Halen Berlin’de yaşayan Maron yazar olarak hayatını sürdürmekte. Grimm Kardeşler Ödülü, Kleist Ödülü, Friedrich Hölderlin Edebiyat Ödülü vb. ödüllerin sahibi.


Müzede o zamanlar, belki bugün bile, bir müzede görülebilecek en büyük dinozor iskeleti bulunuyordu. On iki metre yüksekliğinde ve yirmi metre uzunluğunda bir Brachiosaurus’tu bu. Tıpkı bir tapınaktaymış gibi duruyordu. Tıpkı bir tapınaktaymış gibi duruyordu, erkek cinsiyetini yakıştırdığım bir iskelet, sütunlarla süslü salonun ortasında, cam kubbelerin altında, hantal ve yüce, gülünesi küçüklükteki kafasıyla tanrısal bir iddia gibi, aşağıya doğru bana, rahibesine sırıtıyordu. (…)
Brachiosaurus’u düşünmekten hoşlanıyorum. Sevgilim ve Brachiosaurus dışında düşünmekten hoşlandığım fazla bir şey yok. Yılların akışı içinde, unutmak istediğim şeyi bir daha hatırlamamayı öğrendim. İnsanların yaşamış olmayabile değmeyen önemsiz olaylardan oluşan dağları belleklerine neden yığdıklarını ve neden olarak yüz defa belki de daha fazla eşeleyip durduklarını sanki yaşamaya değmiş bir yaşamın kanıtı olmaya uygunlarmış gibi sunduklarını da anlayamıyorum. Benim yaşamımda, unutmayı hak etmemiş olan çok fazla şey yoktu (…) Bugün bu konuda nasıl düşünüldüğünü bilmiyorum, ama kırk elli yıl önce, henüz başka insanlarla beraber yaşadığım sıralarda, unutmak günah kabul edilirdi, daha o zamanda benim aklım buna yatmamıştı, bunu yaşam için tehlikeli bir saçmalık olduğunu düşünmüştüm. İnsanlara unutmanın yasaklanması gibi, çok büyük bir bedensel acı karşısında bayılmak da yasaklanabilirdi, oysa ölümcül bir şok ya da ömür boyu sürecek bir travma ancak bayılmakla önlenebilir. Unutmak ruhun bayılmasıdır. Hatırlamanın, unutmakla hiçbir ilgisi yoktur. (Animal Triste, Çeviren: Mustafa Tüzel)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.