3 Haziran’da, Berlin’de doğdu.
Askın içimize mi girdiğini, yoksa içimizden mi çıktıgını bile bilmiyorum.
“Başarıya ulaşmış bir hayat,
mutsuzluğu ve kırılganlıkları olmayan bir hayat demek değildir.” diyen Monika Maron’un mutsuzluk
ve kırılganlıklarının nedeni henüz o doğmadan kaynağını bulmaya başladı. Annesi
Helena Iglarz, babasının Polonyalı bir Yahudi olması nedeniyle yarı Yahudi sayıldığından
Monika’nın Katolik babası Walter’le evlenemedi. Dedesi 1942’de Belchatow’daki gettoda,
belki de Kulmhof’daki toplama kampında öldürüldü. Batı Almanya’da yaşayan annesi
daha sonra Doğu Almanya içişleri bakanı (1955-1963 yıllarında) olan Karl Maron’la evlendi ve böylece Doğu
Almanya’ya yerleşen Monika üvey babasının soyadını aldı.
Ögrencilik
dönemlerinde aktivist olan Maron, televizyonda reji asistanlığı yaptıktan sonra,
1962-1966 yıllarında Doğu Berlin’de tiyatro ve sanat tarihi öğrenimi gördü. “Für
Dich” ve “Wochenpost” adlı dergilerde altı yıl boyunca muhabirlik yaptı. 1976’dan
beri profesyonel anlamda yazarlık yapıyor.
Doğu
Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı ve istihbarat servisinde çalıştığından sıkça
Batı Almanya’ya gitme fırsatı buluyordu. Ancak bir süre sonra istihbarat servisinin istekleri ona ters düşmeye başladığında onlarla olan ilişkisini kestiği için sürekli takip altına alındı. 1981 yılında
Doğu Alman Yazınının çevre kirliliğini konu eden ilk kitabı Flugasche’yi yazdı. Ancak kitabın
yayınlanmasına izin verilmediğinden, Batı Almanya’da yayınlandı. 1988 yılında
eşi ve oğluyla Batı Almanya’ya göçtü. Türkçede de aynı adla yayınlanan Animal
Triste (1996), yaşlı bir kadının sevgilisini yitirmesinin ardından giriştiği iç
hesaplaşmalarının ön planda tutulduğu İkinci Dünya Savaşı, çevre ve politik
kirlilik gibi konuları eleştiren bir roman.
Halen
Berlin’de yaşayan Maron yazar olarak hayatını sürdürmekte. Grimm Kardeşler Ödülü, Kleist Ödülü, Friedrich Hölderlin Edebiyat Ödülü vb. ödüllerin sahibi.
Müzede o zamanlar, belki bugün bile, bir müzede
görülebilecek en büyük dinozor iskeleti bulunuyordu. On iki metre yüksekliğinde
ve yirmi metre uzunluğunda bir Brachiosaurus’tu bu. Tıpkı bir tapınaktaymış
gibi duruyordu. Tıpkı bir tapınaktaymış gibi duruyordu, erkek cinsiyetini
yakıştırdığım bir iskelet, sütunlarla süslü salonun ortasında, cam kubbelerin
altında, hantal ve yüce, gülünesi küçüklükteki kafasıyla tanrısal bir iddia
gibi, aşağıya doğru bana, rahibesine sırıtıyordu. (…)
Brachiosaurus’u
düşünmekten hoşlanıyorum. Sevgilim ve Brachiosaurus
dışında düşünmekten hoşlandığım fazla bir şey yok. Yılların akışı içinde,
unutmak istediğim şeyi bir daha hatırlamamayı öğrendim. İnsanların yaşamış
olmayabile değmeyen önemsiz olaylardan oluşan dağları belleklerine neden
yığdıklarını ve neden olarak yüz defa belki de daha fazla eşeleyip durduklarını
sanki yaşamaya değmiş bir yaşamın kanıtı olmaya uygunlarmış gibi sunduklarını
da anlayamıyorum. Benim yaşamımda, unutmayı hak etmemiş olan çok fazla şey
yoktu (…) Bugün bu konuda nasıl düşünüldüğünü bilmiyorum, ama kırk elli yıl
önce, henüz başka insanlarla beraber yaşadığım sıralarda, unutmak günah kabul
edilirdi, daha o zamanda benim aklım buna yatmamıştı, bunu yaşam için tehlikeli
bir saçmalık olduğunu düşünmüştüm. İnsanlara unutmanın yasaklanması gibi, çok
büyük bir bedensel acı karşısında bayılmak da yasaklanabilirdi, oysa ölümcül
bir şok ya da ömür boyu sürecek bir travma ancak bayılmakla önlenebilir.
Unutmak ruhun bayılmasıdır. Hatırlamanın, unutmakla hiçbir ilgisi yoktur. (Animal Triste, Çeviren: Mustafa Tüzel)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.