18 Mart’ta Landsberg/Warthe’de, bugünkü adıyla
Gorzow/Wielpolski’de
doğdu.
Gördünüz
mü. Savaşa falan gerek yok. Biz barışın ortasında kendimizi imha ediyoruz.
Çocukluğu, Hitler Almanya’sına ve savaş dönemine denk gelen Christa Wolf, 1945 yılında ailesiyle birlikte Mecklenburg’a göç etmek zorunda kaldı. Savaş, göç ve kıtlık onun çocukluk dönemini yaşayamadan yetişkin olmasına neden oldu; okul yıllarında aynı zamanda belediyede yazıcılık yaptı. Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin kuruluş yılı olan 1949’da liseyi bitirdi ve Almanya Sosyalist Birlik Partisi’ne (SED) üye oldu. 1949-53 yıllarında Jena ve Leipzig’te Germanistik öğrenimi gördü ve Hans Fallada’nın Yapıtında Realizm Sorunsalı başlıklı doktorasını yazdı. Öğrenimi sırasında tanıştığı yazar Gerhard Wolf ile evlendi. Bu evlilikten iki kız çocuğu dünyaya getirdi.
Yaptığı edebiyat eleştirilerinde ve yazılarında Georg Lukács’tan
etkilenen Wolf, 50’li yıllardan beri arkadaş olduğu Anna Seghers’in yazarın
yazma sürecinde aktif bir rol üstlenmesi gerektiğini savunduğu yazınsal üretim
kuramını benimsedi. 1971 yılında yayınlanan edebiyat üzerine denemelerinin yer
aldığı Lesen und Schreiben adlı
kitabında da Seghers/ Lukács mektuplaşmalarına ayrıntılı olarak yer verdi.
1955-76 yılları arasında Doğu Almanya Yazarlar Birliği yönetim
kurulu üyeliğini yapan yazar, 60’lı yıllardan sonra yalnız Doğu Almanya’nın
politikalarını yoğun olarak eleştirmekle kalmadı, eş zamanlı olarak Batı
Almanya’nın kapitalist politikalarını da eleştirdi. İdeolojilerin klişelerine
dayalı bir edebiyatın karşısında oldu hep. Yazınsal yapıtlarında, denemelerinde
yaşadığı döneme ilişkin etik ve politik düzlemde getirdiği eleştirilerle hem
Batı Almanya’da hem de Doğu Almanya’da geniş bir okur kitlesine ulaştı.
1963 yılında yazdığı der
geteilte Himmel adlı yapıtında, Berlin duvarının örülmesinden kısa bir süre
önce yaşanan iki gencin aşkını konu aldı. Anlatıda Rita, Doğu Almanya’da kalmayı
yeğlerken, klişeleşmiş Doğu Alman anlatılarının aksine, erkek arkadaşı Batı’ya gider. Daha sonra filme alınan öykü, Heinrich Mann
Ödülü’ne layık görüldü.
Batı Almanya’da ancak 1972 yılında yayınlanabilen Ingeborg Bachmann üzerine yaptığı bir çalışmayı, kendi yazar kimliğiyle de paralellikler
kurarak 1966’da Die zumutbare Wahrheit.
Prosa der Ingeborg Bachmann adıyla yayınladı. 1968’de ikinci romanı Nachdenken über Christa T.’de ölen bir
arkadaşının yaşamını ve onunla olan anılarını konu ederek “İnsanın kendisini
bulması ne demek?” diye bireyin toplumsal konumunu sorguladı.
Özyaşamöyküsel özellikler taşıyan ve Nelly adındaki küçük kızın
Nasyonal Sosyalizmin kol gezdiği sokaklardaki anılarıyla başlayan, o küçük
kızdan bir kadın yazar olma sürecine değin uzanan, arkeolojik bir kimlik
çalışmasını kurguladığı Kindheitsmuster (1976)
romanı, farklı anlatı katmanlarının iç içe inşa edildiği psikanalitik ama aynı
zamanda da tarihsel ya da sadece bir özyaşamöyküsel roman olarak okunabilir.
Kein Ort. Nirgends (1979) romanında Alman Edebiyatının romantik döneminden seçtiği
yazarları kurmaca bir düzlemde buluşturdu. Heinrich von Kleist ve Karoline von Günderrode’yi, farklı coğrafyalarda intihar eden, toplumun kıyısında yaşayan bu
iki yazarı metinsel düzlemde yan yana getirerek ve Wolf kendi yaşadığı Doğu
Almanya’daki toplumsal düzene de gönderme yaparak yazarın, sanatçının toplum
içindeki yalnızlığını ve dışarıda bırakılmışlığını tartıştı.
Çernobil’deki atom reaktörü kazasını konu aldığı Kesinti (Störfall) anlatısı ile
teknolojinin çevreyi ve insanı nasıl olumsuz etkilediğini eleştirirken Kassandra (1980) ve Medea. Stimmen (1993) romanlarında Yunan mitolojisinden seçtiği bu
kadın anlatı kişileriyle, ataerkil düzende kadının konumunu sorguladı. Bir
yanda teknolojinin esiri olmakta olan bireyi eleştirirken öte yanda kadının
ataerkil ideolojilerin nesnesi haline getirildiğini görünür kılmaya çalıştı.
Georg Büchner Ödülü,Nelly Sachs Ödülü, Thomas Mann Ödülü,Uwe
Johnson Ödülü vb. daha birçok ödüle layık bulundu.
“İnsanların
silahlarının hep aynı kalması ne tuhaf –Merpessa’nın suskunluğu, Agamemnon’un
öfkesi. Bense silahlarımı terkettim giderek, yapabileceğim tek değişiklik
buydu.
Niçin mutlaka istemiştim kehanet yetisini?
Kendi sesimle konuşmak için; hepsi buydu. Daha
fazla, daha başka bir şey istemedim. Gerekirse kanıtlayabilirim bunu, fakat
kime? Küstah ve aynı zamanda ürkek, arabayı çevreleyen yabancı halka mı? Gülmek
için bir neden varmış gibi; kendi kendime haklı gösterme eğilimim tükenmiş
olmalı (…)
Şimdi anlıyorum tanrının beni neye mahkûm ettiğini.
Gerçeği söyleyeceksin, ama hiç kimse inanmayacak sana. Bana inanması gereken,
ama hiçbir şeye inanmadığı için bunu yapamayan o hiç kimse duruyordu orada.
İnanmaya muktedir olmayan bir hiç kimse.
O zaman Tanrı Apollon’u lanetledim.“ (Kassandra,
Çeviren: İlknur Tarkan)