Kategoriler

19 Kasım 2012 Pazartesi

Anna Seghers (1900-1983)





19 Kasım’da Mainz’ta doğdu.




Eğer yazıyorsa insan, öyle bir yazmalıdır ki, kuşkunun ardındaki olasılık
 ve çöküşün ardındaki çıkış yolu fark edilsin.

Asıl adı Netty Reiling olan yazar, doğduğu kent Mainz ve Ren nehri kıyılarına olan hayranlığını sıkça yapıtlarına yansıtarak dile getirdi. Hayatının büyük bir bölümünü sürgünde geçiren Seghers, böylelikle kendisini büyüleyen çocukluğunun kentine özlemini yazıda da olsa dindirmeyi öğrendi zamanla.
1919 yılında Heidelberg Üniversitesi’nde sanat tarihi, felsefe öğrenimi gördü ve 1924’te öğrenim sürecini Rembrandt üzerine yazdığı doktora çalışmasıyla tamamladı. Heidelberg’te tanıştığı birçok politik göçmen arasında Macar Laszlo Radvanyi ile evlendi (1925). Bu evlilikten 1929 yılında Peter ve Ruth adını verdiği çocukları doğdu. İçinde bulunduğu çevrenin de etkisiyle yeniden anlamlandırdığı Ekim Devrimi için “Bu dönemde ilk kez politik anlamda bilinçlendim” diyen yazar, yapıtlarını yine bu dönemde Grubetsch (1927) adlı anlatısını ilk kez Hollandalı heykeltraş/ressam Hercules Seghers’ten esinlenerek Seghers mahlasıyla yayınladı. 1928’de yayınlanan Aufstand der Fischer von St.Barbara anlatısı da aynı adla okuruyla buluştu.
1933’te Gestapo tarafından yakalandıysa da kısa bir süre sonra Paris’e kaçmayı başardı. Fransa’daki sürgünlük yıllarında Hitler döneminin zulmüne karşı duruşunu sürdürerek kitaplarını yayınladı. Der Kopflohn. Roman aus einem deutschen Dorf im Spätsommer 1932 (yayın yılı 1933), ulusal sorunları kaleme aldığı romanlarından. Vatan özlemini, sevdiklerine olan hasretini sıkça Almanya imgesiyle birleştirerek öyküledi yapıtlarında. 1937’de madencileri konu aldığı die Rettung, 1942’de dünyaca ünlü romanı das siebte Kreuz (Yedinci Şafak adıyla Ahmet Cemal tarafından Türkçeye çevrildi) da böylesi romanlarından. 1944 yılında Amerika’da filmi çekilen Yedinci Şafak, Hitler Almanya’sını ve toplumu nasıl travmatize ettiğini dilselleştirdiği, ama aynı zamanda da Nazi Almanya’sının çöküşünü sembolilze eden bir romanı.
1938/39 yıllarında felsefe ve edebiyat kuramcısı Georg Lukács ile savaş döneminin yarattığı krizin yazınsal düzleme yansıması üzerine karşılıklı yazışmaları oldu. Normatif yazınsal yöntemlere karşı olan Seghers yapıtlarında da dile getirdiği gibi Goethe’nin izinden gitmektense, daha ayrıksı ve yenilikçi tarzlarıyla J.R.M. Lenz, Kleist gibi yazarların yapıtlarına daha yakın buldu kendisini.
Paris’in işgalinden sonra iki çocukla saklanması daha da zorlaşan Seghers, çocuklarını dostlarının yanında bırakarak kendisi işgal altında olmayan bir bölgede saklandı. Bu yıllarda bireysel deneyimlerini yansıttığı, vatansız kalmaşlığın, dilsizleşmenin yazıya yansıdığı Transit romanı 1944 yılında İspanyolca ve İngilizce olarak yayınladın, Almanca olarak ancak 1948’de basılabildi.
Annesi Auschwitz toplama kampımda öldürüldü.    
1947’de Paris üzerinden Berlin’e gitti ve Doğu Berlin’de yaşamını sürdürmeyi seçti. Kleist Ödülü, Georg-Büchner Ödülü vb birçok edebiyat ödülüne layık görüldü. Yedinci Şafak, Ölüler Genç Kalır, St. Barbaralı Balıkçıların İsyanı, ilk Adımlar, Güven, Karar vb. birçok yapıtı Türkçeye çevrildi.

Yaşamımı, yurdumun dışında geçirmek zorunda kaldığım yıllarda, bir romana başlamıştım; araya savaş girince bu roman bitirilememiş, yarım kalmıştı. Başlangıcı hâlâ aklımdadır. Sözcüğü sözcüğüne değil, ama anlam olarak… Beni o zaman buna iteleyen şeyi hâlâ kafamdan söküp atamıyorum. Bir anıyı anımsıyorum.
Doğduğum kentte, Ren kıyısındaki Mayans’da, iki anıt vardı ki, bunları ne sevinçli, ne de gemilerde geçmiş korkulu günlerde, hiçbir zaman aklımdan çıkarmamıştım. Bunlardan biri Katedraldi. – Daha ilkokul öğrencisi iken, o koca kilisenin ayaklar üzerine oturtulmuş olduğunu gördüğüm zaman şaşıp kalmıştım. Kilise kulesinin göklere uzandığı ölçüde, toprağın derinlerine iniyor olmalı ayaklar, diye düşünmüştüm o zamanlar. Yeraltı sularından zarar gören yerlerin, çatlakların, çimento ile onarılması gerekir, diye bize anlatmışlardı. Doğru mu, yanlış mı bilmiyorum  ama, bir öğretmenimiz de: Roman, ya da gotik biçeminde yapılmış bu dayanaklar, yenilerden çok daha sağlam olur, demişti.
Ren vadisi üzerinde görkemli bir şekilde yükselen bu ulu katedralin imgesi onu sonradan görmesem bile, yine de belleğimde, asla silinmeyecek bir yeri almış bulunuyordu. Doğduğum kentte ikinci bir anıt da, katedralden geri kalmayacak bir önemle belleğime yerleşmişti: Bu, bir caddenin kaldırımına yerleştirilmiş düz bir taştı. Bu caddenin adı Bonifazius Caddesi mi idi? Yoksa Frauenlob Caddesi mi? Bunu şimdi bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da: Bu taşın, Birinci Dünya Savaşı’nda çocuğuna süt almaya giderken sıçrayan bir bomba parçası ile ölen bir kadının anısı için oraya yerleştirilmiş olması idi.” (İki Anıt, Çeviren: Melahat Togar)



www.anna-seghers.de


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.