Kategoriler

25 Haziran 2012 Pazartesi

Ingeborg Bachmann (1926-1973)




25 Haziran’da, Klagenfurt, Avusturya’da doğdu.



Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar.

Bachmann yazarlığının beslendiği biyografik etkileri açıklarken “vatanımın mitolojik zenginliklerle dolu bir tasavvurlar dünyası” ve “Avusturya’nın birçok dilin konuşulduğu” ama aynı zamanda da “birçok sınırın silindiği bir dünya” olduğunu dile getirir. Yazarın çoğu yapıtlarında mitolojinin çok katmanlı dünyası, dil/ler/in ve sınırların çoklu yapısının normatif olanın aşımıyla yeniden kurgulandığını görmek olası. Gerek biçim gerekse tüketim toplumunun ve toplumsal normlarla belirlenmiş, klişeleşmiş insan tiplemelerini, her türlü düzeni eleştirerek tıpkı kendi vatanı gibi sınırların eridiği çoklu kimliklerin, cinsiyetlerin, yaşam biçimlerinin özlemini dile getirir.
Avusturyalı roman, kısaöykü, deneme, libretto, radyo oyunu yazarı, şair. Küçük burjuva bir ailenin kızı olan Bachmann iki kardeşiyle daha Klagenfurt’ta büyüdü.  1938 yılında Hitler’in ordusuyla Avusturya’yı işgaline denk geldi çocukluk dönemi.  Yazarlık döneminde geriye bakıp çocukluğunu anımsadığında bu süreç için şöyle yazdı:” Hitler ordularının Klagenfurt’u işgali.  Çocukluğumu bir yıkıntıya dönüştürdü.(..) Hissedilebilen bu dehşet verici gaddarlık,bağrışlar, şarkılar, marşlarla ilerlemeler – ilk ölüm korkumun doğuşu.”
Viyana’da 1945 yılında felsefe öğrenimine başladı yan dal olarak da psikoloji ve filoloji okudu. Die kritische Afnahme der Existentialphilosophie  Martin Heideggers  (Martin Heidegger’in Varoluş Felsefesine Eleştirel Bir Yaklaşım) adlı doktora tezini 1950 yılında bitirdi. 1951 yılında Londra’da bir toplantıda şiirlerini okudu, 1952 yılında Ein Geschäft mit Träumen  adlı rodyo oyununu ilk kez yayınlandı. Aynı yıl Ausfaht adlı şiirleri yayınlandı.  Die gestundete Zeit adlı şiir kitabı yayınlandığında da Die Gruppe 47 (47’liler Grubu) tarafından şiir ödülüne layık görüldüyse de 50’li yılların sonlarına doğru daha çok düz yazıya meyletmeye başlayan Bachmann, 1961 yılında Das dreißigste Jahr  adlı kitabında dil, cinsiyet rolleri, politika, adalet gibi konuları kaleme aldığı kısa metinlerini topladı. Bu kitabında bulunan ve bir kadın anlatıcı tarafından öykülenen Ein Schritt nach Gomorrha (Gomorha’ya Bir Adım) ve Undine geht (Undine gidiyor) metinlerinin her ne kadar savaş sonrası dönemde kaleme alınmış ilk feminist öyküler diye gündeme getirilmeye çalışılsa da, aslına bakılırsa bu metinler feminist bir yaklaşımdan çok normatif toplumsal cinsiyet rollerinin ve çoklu cinsiyet kimliklerinin tartışıldığı metinler olarak okunmaya daha yatkındır.
1952 yılında besteci Hans Werner Henze ile tanıştı. Ona aşık oldu. Der Prinz von Homburg ve Der junge Lord gibi opera librettoları yazdı onun için. Farklı aralıklarla Münih, Berlin, Roma gibi kentlerde yaşadı. Çeviriler yaptı, kentleri yazdı, denemeler , radyo oyunları kaleme aldı.
1959-60 yılında Frankfurt  Üniversitesi’nden misafir öğretim görevlisi olarak davet aldı ve kıs yarı yılı boyunca edebiyat sorunları ve yazmak üzerine seminerler verdi. Paul Celan ve Max Frisch ile sarsıcı aşklar yaşadı.
1971 yılında Malina romanını yazadı. Özyaşamöyküsel özellikler taşıyan bu roman için “toplumumuz öylesine hasta ki, bireyi de hasta ediyor, bunu göstermek istedim. O öldü denir. Oysa gerçek bu değil: sonuçta her birimiz öldürülüyor. (…) Kitabımdaki dişil Ben ilerleyen sayfalarda çeşitli ‘ölüm biçimleriyle’ öldürülüyor. Ancak hiç kimse bu öldürme eyleminin nerede başladığını asla sormuyor. Bunun uzantısında bence savaşlar da gizlice işlenen suçlardır” diyor bir söyleşisinde. Simultan, Der Fall Franza ve Requiem für Fanny Goldmann  kitaplarını hemen ardından yayınlıyor Malina’nın.
Anti-depresanlarından birini aldığında yatağında uzanıyorken sigarası elinde uyuyup kalınca sigara yatağını tutuşturuyor ve kendine geldiğinde vücudunun büyük bir bölümü yanmış olarak hastaneye kaldırılıyor. Bedeni tedavilere cevap vermeyince kısa bir süre sonra tıpkı Malina romanındaki gibi veda ediyor hayata: “ Ayak sesleri, hep Malina’nın ayak sesleri, hafifleyen adımlar, en hafifinden adımlar. Bir duruş. Alarm yok, canavarlar düdükleri yok. Kimse yardıma gelmiyor. Cankurtaran arabası da yok, polis de. Bu, çok eski, çok sağlam bir duvar, içinden kimsenin dışarı düşmeyeceği kaçamayacağı hiçbir sesin yükselemeyeceği bir duvar.” (Malina, Çeviren. Ahmet Cemal)

Undine gidiyor öyküsü üzerine:   
   http://www.iudergi.com/tr/index.php/almandili/article/viewFile/18868/18021

“Üstünde yaşadığımız bu kararmakta, dilsizleşmekte ve çılgınlığın önünde geriye çekilmekte olan yıldızda, yüreklerdeki ülkeler boşaltılırken, onca düşünce ve duyguya veda ederken, insanoğlunun sesi bir kez daha yankılandığında, bizler için yankılandığında, bunun insanoğlunun sesi olduğunun bilincine varamayacak biri düşünülebilir mi?”  (Müzik ve Yazın, Çeviren: Ahmet Cemal)



“Ah siz insanlar! Siz canavarlar!
Hans adındaki siz canavarlar! Hiç unutmayacağım Hans adında!

Ne zaman ormandaki açıklıktan geçsem de dallar önümde kaçılı kaçılıverse, sürgünler kollarıma vurarak suları alıp götürse, yapraklar saçlarımdaki damlaları yalasa, Hans adında birine rastlardım hep. (…)
Düşün!  Ol! Dile getir!, çağırısını taşıyan bir bakışla evlerinizden içeri ayak atabiliyordum. Önünüze çıkan her üç kişiden birinin sizi anladığını sanmanıza karşın, ben sizi hiç anlayamıyorum. Sizin anlaşılmayışınız ve sizin anlamayışınız, bu niçin, bu neden, neden sınırlar, neden politika, gazeteler, bankalar, borsa ve ticaret vb. neden hep bunlar? Bunu anlamayışınıza diyecek yoktu doğrusu ve uzun süre sürdü.” (Undine gidiyor, Çeviren: Kamuran Şipal)

Bachmann Celan ile
Bachmann Henze ile


3 Haziran 2012 Pazar

Monika Maron (1941)




3 Haziran’da, Berlin’de doğdu.





Askın içimize mi girdiğini, yoksa içimizden mi çıktıgını bile bilmiyorum.
“Başarıya ulaşmış bir hayat, mutsuzluğu ve kırılganlıkları olmayan bir hayat demek değildir.” diyen Monika Maron’un mutsuzluk ve kırılganlıklarının nedeni henüz o doğmadan kaynağını bulmaya başladı. Annesi Helena Iglarz, babasının Polonyalı bir Yahudi olması nedeniyle yarı Yahudi sayıldığından Monika’nın Katolik babası Walter’le evlenemedi. Dedesi 1942’de Belchatow’daki gettoda, belki de Kulmhof’daki toplama kampında öldürüldü. Batı Almanya’da yaşayan annesi daha sonra Doğu Almanya içişleri bakanı (1955-1963 yıllarında)  olan Karl Maron’la evlendi ve böylece Doğu Almanya’ya yerleşen Monika üvey babasının soyadını aldı.
Ögrencilik dönemlerinde aktivist olan Maron, televizyonda reji asistanlığı yaptıktan sonra, 1962-1966 yıllarında Doğu Berlin’de tiyatro ve sanat tarihi öğrenimi gördü. “Für Dich” ve “Wochenpost” adlı dergilerde altı yıl boyunca muhabirlik yaptı. 1976’dan beri profesyonel anlamda yazarlık yapıyor.
Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı ve istihbarat servisinde çalıştığından sıkça Batı Almanya’ya gitme fırsatı buluyordu. Ancak bir süre sonra istihbarat servisinin istekleri ona ters düşmeye başladığında onlarla olan ilişkisini kestiği için sürekli takip altına alındı. 1981 yılında Doğu Alman Yazınının çevre kirliliğini konu eden ilk kitabı Flugasche’yi yazdı. Ancak kitabın yayınlanmasına izin verilmediğinden, Batı Almanya’da yayınlandı. 1988 yılında eşi ve oğluyla Batı Almanya’ya göçtü. Türkçede de aynı adla yayınlanan Animal Triste  (1996), yaşlı bir kadının sevgilisini yitirmesinin ardından giriştiği iç hesaplaşmalarının ön planda tutulduğu İkinci Dünya Savaşı, çevre ve politik kirlilik gibi konuları eleştiren bir roman.
Halen Berlin’de yaşayan Maron yazar olarak hayatını sürdürmekte. Grimm Kardeşler Ödülü, Kleist Ödülü, Friedrich Hölderlin Edebiyat Ödülü vb. ödüllerin sahibi.


Müzede o zamanlar, belki bugün bile, bir müzede görülebilecek en büyük dinozor iskeleti bulunuyordu. On iki metre yüksekliğinde ve yirmi metre uzunluğunda bir Brachiosaurus’tu bu. Tıpkı bir tapınaktaymış gibi duruyordu. Tıpkı bir tapınaktaymış gibi duruyordu, erkek cinsiyetini yakıştırdığım bir iskelet, sütunlarla süslü salonun ortasında, cam kubbelerin altında, hantal ve yüce, gülünesi küçüklükteki kafasıyla tanrısal bir iddia gibi, aşağıya doğru bana, rahibesine sırıtıyordu. (…)
Brachiosaurus’u düşünmekten hoşlanıyorum. Sevgilim ve Brachiosaurus dışında düşünmekten hoşlandığım fazla bir şey yok. Yılların akışı içinde, unutmak istediğim şeyi bir daha hatırlamamayı öğrendim. İnsanların yaşamış olmayabile değmeyen önemsiz olaylardan oluşan dağları belleklerine neden yığdıklarını ve neden olarak yüz defa belki de daha fazla eşeleyip durduklarını sanki yaşamaya değmiş bir yaşamın kanıtı olmaya uygunlarmış gibi sunduklarını da anlayamıyorum. Benim yaşamımda, unutmayı hak etmemiş olan çok fazla şey yoktu (…) Bugün bu konuda nasıl düşünüldüğünü bilmiyorum, ama kırk elli yıl önce, henüz başka insanlarla beraber yaşadığım sıralarda, unutmak günah kabul edilirdi, daha o zamanda benim aklım buna yatmamıştı, bunu yaşam için tehlikeli bir saçmalık olduğunu düşünmüştüm. İnsanlara unutmanın yasaklanması gibi, çok büyük bir bedensel acı karşısında bayılmak da yasaklanabilirdi, oysa ölümcül bir şok ya da ömür boyu sürecek bir travma ancak bayılmakla önlenebilir. Unutmak ruhun bayılmasıdır. Hatırlamanın, unutmakla hiçbir ilgisi yoktur. (Animal Triste, Çeviren: Mustafa Tüzel)