Kategoriler

15 Mayıs 2015 Cuma

Undine'nin Suya Düşen İzleri

Und das Subjekt gehört nicht zur Welt, Sondern ist eine Grenze der Welt. Ludwig Wittgenstein 

“Üstünde yaşadığımız bu kararmakta, dilsizleşmekte ve çılgınlığın önünde geriye çekilmekte olan yıldızda, yüreklerdeki ülkeler boşaltılırken, onca düşünce ve duyguya veda ederken, insanoğlunun sesi bir kez daha yankılandığında, bizler için yankılandığında, bunun insanoğlunun sesi olduğunun bilincine varamayacak biri düşünülebilir mi?”  diye sorar Ingeborg Bachmann Müzik ve Yazın adlı denemesinde. Kendine özgü bir ritmi olan dil insanoğlunun gerçekliğini ne denli ifade edebilecektir? Dil, yazın ve gerçeklik gibi kavramlara ilişkin sorularına birçok yapıtında yanıt arayan Bachmann, Undine gidiyor adlı öyküsünde insanoğlunun sesini mitolojide sessizliğiyle bilinen su perisinin serzenişini kendi sesiyle ve yeni bir bakış açısıyla bir kez daha gündeme getirir.

Undine, Latincede dalga anlamına gelen “unda” kavramında kaynağını bulan ve 16.yy ortalarında İsviçre ve Avusturya’da yaşayan simyacı, hekim  Paracelsus’un “Undene” adını verdiği mitolojik bir figürdür. Su elementini temsil eden Undine ve Nympha’lar sularda, kırlarda, ormanlardaki göletlerde, şelalelerde yaşayan dişi varlıklardır. Bir başka deyişle iyi ve güzeli temsil eden su perileridir ve çirkin, kötüyü temsil eden Melusine’lerin karşıt figürleridir. Undine, Nympha ya da denizkızları benzer deniz, su perileridir: “ikinci derecede önemli tanrıçalar sayılmakla birlikte, doğa ve insanlar üstüne etkili ve güçlü bilinirler, bu yüzden de büyük tanrıçalar gibi ‘yüce’ ve ‘ulu’ sıfatıyla anılırlar.(…) Zeus, Hermes, Apollon, Dionisos gibi büyük tanrılarla ilişkileri olduğu” söylenir der Azra Erhat. Undine aynı zamanda Amphitrite: “Poseidon tanrının eşi Amphitrite de bir denizkızıdır” ve Nereus Kızları’nı da çağrıştırır: “babalarıyla birlikte denizin dibindeki bir sarayda yaşarlar. (…) bütün deniz tanrıları gibi biçim değiştirmek yetisine sahiptir” Mitolojinin bu önemli kadın figürleri Friedrich de la Motte Fouqué’nin Undine (1811) masalında, Tschaikowski’nin 3 perdelik Undine operasında, Hans Christian Anderson’un Die kleine Meerjungfrau (1836) masalında, Giraudoux’nun Ondine (1939) oyununda da ve daha birçok yapıtta sevgili, gönülçelen, tehditkâr, ölüme sürükleyen kadın vb özellikleriyle ele alındı.

Yazılı metinlerin yanı sıra heykel, müzik, bale vb. birçok sanat dalındaki yapıtlara konu olan Undine figürüne Bachmann’ın öyküsünde bir kez daha rastlarız. Bu kez ortaçağ, romantik dönem yapıtlarının yorumlarını da içine alarak, onlarla metinlerarası bir bağlantı kuran yazarın aşk, edebiyat ve dil nedir gibi soruların yanı sıra savaş sonrası oluşan toplumsal koşullarının, tüketim toplumunun ve toplumsal normlarla belirlenmiş, klişeleşmiş insan tiplemelerinin bu mitolojik varlığın ağzından eleştirmesi söz konusudur. Undine figürü, Bachmann’ın metninde edebiyat tarihinin ona dişi bir varlık olarak yüklediği her türlü anlam ve kodlamadan bağımsızlaştırmaya çalıştığı bir anlatı kişisine dönüşür Undine gidiyor’da. Yazarın 1961 yılında yayınlanan bu öyküsü onun Otuz Yaş adlı öykü kitabı içinde yer alır. Öykü, şiirsel dilinin yanı sıra epik anlatımı ve dramatik türün de özelliklerini kucaklayarak yazınsal tür açısından zengin bir yapıya sahip.“Ah siz insanlar! Siz canavarlar!”diye başlar. Tüm insanlara hitaben öfkesini, eleştirisini ve şikâyetlerini dilselleştirir. “Hans adındaki siz canavarlar! Hiç unutmayacağım Hans adında! […] Hans olması gerekiyor birinin adı; hepinizin adı böyledir, biriniz ötekiniz gibi Hans.” Genel bir hitapla başlayan öykü, anlatıcının Hans adında bir erkeğe gönderme yaparak konuşmakta olduğu varlığı kişiselleştirdiğini sanırız. Ancak söz konusu olan özel bir birey değil daha çok  tikelleştirilmiş bir Hans imgesidir. Sizler, siz, sen, canavarlar, zalimler, insanlar diye hitap ettiği Hans,  önce dış görünümüyle tanıştırılır okura, ardından da metnin tümünde eleştirel bir bakışla anlatılır Hans’ın kim olduğu, neleri yapıp, neleri yapmadığı, neden bir cinsin genel adına dönüştüğü metindeki dışavurumlarda, çağrı ve yergilerde dile gelir: Hans, Hans… Güçlü ve tedirgin elleriniz, kısa soluk tırnaklarınız, siyah kenarlı kırık dökük tırnaklarınız, bileklerinizi çevreleyen ak manşetleriniz, kolları saçak saçak kazaklarınızla, birbirinin eşi giysileriniz, kaba deri ceketleriniz ve bol yazlık gömleklerinizle siz canavarlar! Ortak özellik, dahası aynılık özelliği taşıyan birçok kişiden oluşmuş bir gruptan söz edilir. Üniforma benzeri tek tip giyim tarzı olan bu gruptaki kişiler daha çok eril kimliklere sahip. Giysileriyle, kollarındaki ak manşetlerle sembolik anlamda varolan düzeni korumaya gönüllü erkeklerdir Hanslar. Anlatıcı kendisinden ayırarak belirlemeye başladığı “öteki”nin kimliği birbirini yineleyen, örnek alan, aynı kuralların şekillendirdiği, normatif geleneklerin taşıyıcısı konumundaki sembolik figürlerdir. Bu sembolik figürler temelde yazarın eleştirerek karşı koyduğu ve olumsuzladığı bir dünya görüşünün ürünleri olarak öyküye yansırlar.

Anlatının aynı zamanda başkişisi olan anlatıcı, ta en başından başlığıyla kendini okuruna tanıtmaya başladığından kendisini fiziksel anlamda betimleme gereksinimi duymaz. Onun bir denizkızı, bir su perisi olduğunu biliriz. “Suyu seviyorum ben, ondaki yoğun saydamlığı, ondaki yeşili seviyorum, sudaki suskun yaratıkları (ben de çok geçmeden onlar gibi susacağım)”  cümleleriyle suya olan aidiyetini bir kez daha pekiştirmiş olur. Mitolojiden, öykülerden, şiirlerden, operalardan biliriz Undine’nin bir ruha kavuşabilmesi için ölümlü insanoğlundan bir çocuk doğurması gerektiğini, kendisini aldatan erkeğin ölümüne neden olduğunu ya da öfkelendiğinde kendiliğinden suların derinliklerinde yok olduğunu. Bu bağlamda konuşan ‘ben’in suyu çok sevmesi, gelecekte suskun kalmayı seçeceğini, bir zamanlar bir insanoğluna aşık olduğunu, olası bir ayrılığın ardından duyumsadığı öfkeyi bilir gibiyizdir. Metnin başlığıyla bugüne değin yazılmış Undine öykülerini, edebiyat tarihine yerleşmiş su mitoslarına ilişkin bilgileri ve olası önyargıları, metnin okunması ve anlamlandırılmasının önkoşul haline getirmiştir yazar. Bugüne değin metnin nesnesine dönüştürülmüş olan su perisi bu metinde dile gelerek, kendini, öyküleyerek özneleştirir. Şu sözcüklerle başlar anlatmaya kendisini: Ne zaman ormandaki açıklıktan geçsem de dallar önümde açılıverse, sürgünler kollarıma vurarak suları alıp götürse, yapraklar saçlarımdaki damlaları yalasa, Hans adında birine rastladım hep. Genelde suda zaman zaman da karada yaşayan Undine, karaya çıktığı yerde, ormanın ağaçlarının seyrekleştiği açıklıkta, yani bir ara alanda karşılaşmıştır insanoğluyla. Her toprağa ayak basış bir hüsranla sonuçlanmış, her  deneyimlenmiş ilişki bir diğeriyle eklemlenmiştir Undine için. Tüm bu deneyimlenmişlikler açısından bakıldığında öykülenmeyen bir geçmiş zamanın pişmanlığını duyarız satır aralarında. Bir zamanlar yaşanmışlıklardan çıkartılmış sonuçlar, alınan dersler metnin “şimdi ve burada”sını oluşturur. Toprakta sabit duran bir hayatın durağanlığıyla gelen olumsuzluklarının farkındalığıdır dile gelen: “Bir daha hiç dönmeyeceğim, bir daha hiç evet demeyeceğim. ‘Sen’ demeyeceğim, ‘evet’ demeyeceğim”  Topraktaki hayatın yaşanışının kurallara bağlı olduğunu, kurallarınsa yine eril figürler, Hanslar, tarafından belirlendiğini, bununsa yaşamı kendisi deneyimleyerek yolunu açan Undine için kendi ‘ben’ini kısıtlayıcı, dahası ket vurucu bir sınır çizimi olduğu dile gelir: “Hiçbir yerde olmamak, hiçbir yerde kalmamak. Sulara dalmak, sularda dinlenmek”  Undine için bir varoluş biçimidir. Su arındırıcı, yenileyici, kaygan, akışkan, devingen özellikleriyle onun için yaşanası bir mekânsal düzlemi de oluşturur. Hans’la iletişim kurabilmesinin de yine kaynağı sudadır; toprakta yaşananlara dayanabilmesi, oradaki insanoğlunun hayatına tanık olmayı sürdürebilemesi için sudaki arınmaya gereksinim duyar: “Mit allem Wassern gewaschen zu sein” deyimi bu bağlamda metaforik bir anlam kazanır. Avrupa’nın tüm nehirlerinin sularının arındırıcı özelliğini imleyerek denizkızlarının yaşadığı olası su dünyasının gücünü gösterir. Yinelediği hatalarının farkındalığını yaşamayan insanoğlu hep aynı rutinin içindedir. Undine’ye göre su bile onların hatalarını temizlemeye yetmeyecektir. İnsanoğlu kendi gibi eril iktidarın işleyiş kurallarını benimsemiş kadınları eş tutmuştur kendisine. Bu kadınlar kendilerine sunulan rol modelleri gerçekleştirebilmek için her türlü görevi, sorgulamaksızın yerine getirir ve içinde yaşadıkları tüketim toplumunun hedef kitlesi haline dönüşür.

Undine gidiyor farklı ve yeni tartışmaların yolunu açmış sıra dışı bir metindir. Metnin tartışmasız yönü ise günümüze değin anlatılan, canlandırılan denizkızlarından, su perilerinden farklı olarak Undine’nin kendi perspektifinden metin içinde konuşturulması ve herhangi bir lanete uğramadan kendi başına gitme kararını almasıdır. Bu güne değin Fouqué, Giraudoux vb. gibi yazarların metinlerden denizkızı, su perisi gibi figürleri onlara dışarıdan bakan anlatıcının aktarımlarından tanıyan okur, Bachmann’ın Undine figürünün ağzından aktarılıyor oluşuyla ona daha yakın bir okuma fırsatı bulmuştur. Böylelikle bugüne değin bilinmedik bir dünya, su dünyasını kendine yaşam alanı seçmiş bir su perisinin sesini duyar metinde. Dış dünyaya ilişkin eleştirilerini dile getirmez su perisi sadece, aynı zamanda onun iç dünyasındaki karmaşanın, çelişkilerin, acıların, hüzünlerin ve coşkuların da tanığı eder okuru. Bilinmedik bir dünyanın sınırsızlığı, yazının geleneksel sınırlarını aşarak yazınsal metne yansımıştır. Metnin deneysel kurgusu bağlamında anlatıcının farklı duyguların karşıtlığında duyumsadığı karmaşıklık, kutuplar arasındaki gidiş gelişleri üzerine kurulmuş monologları sudaki dalgalarıın hareketlerine benzerUndine adının Latince karşılığı “unda”yı da çağrıştıran bu benzetme metnin biçimsel yapısında bulmak olası. Metinde sınırlar ve onların aşılması da bu dalgaları anıştıran gel-gitlerle gösterilir. Metnin başında da değindiğim gibi öykü farklı yazın türlerini içinde barındıran, daha doğru bir deyişle farklı yazın türlerini aynı mekânda buluşturarak aralarındaki sınırları kaldıran bir yapıya sahip oluşu bu gidiş gelişlerin ürünüdür. Metinde sudan toprağa çıkan ve yeniden suya gidebilen tek varlık Undine’nin kendisidir. Bu özelliğiyle toprak dünyasına uzaktan bakabilme ve eleştirel yaklaşabilme şansını bulur. Undine, kendi yaşadığı su dünyasından bakarak toprakta, sabit olarak sürdürdüğü insanoğlunun içe dönük hayatını ve yaşadığı toplumu eleştirir. Denizkızlarına, su perilerine ilişkin bildiğimiz tüm efsanelerdeki yerleşik anlamlar, burada kendi ben’ini normatif toplumsal yapının dışında konumlandırmayı deneyen bir kadın anlatıcının ağzından, bildik tüm kodların tersine çevirerek öykülenmesiyle yeniden şekillenir. Bachmann, Undine mitosunu anlatısında yeniden şekillendirirken onun Undine’si, geleneksel yazının su perisinin bir ruha sahip olabilmesi için insanoğluna gereksinim duyduğuna ilişkin anlamını da ters yüz eder.

Undine gidiyor öyküsünde anlatıcı, Undine, geleneksel su perisi imgesine karşıtlık göstererek en baştan beri insanoğlunun sahip olmadığı bir ruha sahiptir. Acımasızlığı, kendi türü içinde kapalılığı, doğa ve toplum üzerindeki iktidarıyla ruha gereksinim duyansa insanoğludur. Yazar bu bağlamda kurduğu oyunların nesnesine dönüşmüş insanoğlunu ve onun inşa ettiği ruhunu yitirmiş bir toplumu eleştirir. Yazarın toprakta yaşayan insanoğluyla periler dünyasında yaşayan Undine figürünü karşı karşıya getirmesiyle başlayan metnin paradoksları anlatıcının bu iki dünya arasındaki farkları açığa çıkartmasıyla daha da keskinleşir. Bu net ayrımda geleneksel olanın eleştirisi de belirginleşir. Toprağa yerleşmiş insanoğlu kurumlarıyla kendisini ve gelecek kuşaklarını toprağa daha da sabitleyebilmek için kurumlarına sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Bunlar kendi seçtikleri hayatlar değildir aslına bakılırsa; yine de topraktaki hayatın sürdürülebilirliği bu kurallara bağlıdır: […] her biriniz bir başka fakültede artar bilgi ve görgüsü, her biriniz bir başka fabrikada çalışıp yükselirsiniz, kendinizi zorlamadan bara biriktirir ve geleceğin önüne koşulursunuz. Undine’nin“ayartıcı çağrıları”na bir ara karşılık verecekmiş gibi görünür insanoğlu.Kapının eşiğine kadar gelse de yeniden kendi güvenli dünyası, evin içine geri döner. Öyküde anlatıcı: “ […] odanın nem ve duman içinde kaldığı zaman, siz orada öyle dikiliyorken işinizin bitik, bundan böyle işiniz bitik, işinizin bitik olduğunu anlamışken”  der. İnsanoğlu yaptığı tercihin sonuçlarını bilse de yine kendi dünyasından vazgeçmez görünür. Undine için insanoğlunun oyunlar ve kurallar üzerine kurulu bu hayatı anlaşılmaz bir karmaşa, tüketime odaklanmış bir yinelenmeler bütünüdür: “Sizin anlaşılmayışınız ve sizin anlamayışınız, bu niçin bu neden, neden sınırlar, neden politika, gazeteler, bankalar, borsa ve ticaret vb. neden hep bunlar?” . Tüketim toplumunun kamusal alanını kuran eril kimlikleri evlerinin dışında çalışarak para kazanıp söz konusu tüketim döngüsünü tamamlar; bu döngü toplumun kural koyucu kurumları olan üniversiteler, fabrikalar vb.tarafından beslenir. İnsanoğlu her gün aynı kayıtsızlıkla gazetesini okuyup, radyosunu dinlerken geçim sıkıntısına girmemek için eve para getirir ve kendi kurduğu bu rutinin bir nesnesine dönüşür.Sabit topraklarda yaşayan Hanslar’ın dünyasındaki hayatlar, kadınlar ve erkeklerin davranış biçimleri önceden tamamlanmış modellerle yinelenir. Değişime açık olmayan tamamlanmışlık durumunun insanoğluna, erkeklere ve kadınlara, aktarımı, anlamları sabitlenmiş kavramlarla inşa edilmiş bir dilin olanaklarıyla gerçekleşir. Dil, insanoğlunun durağanlığını, tutuculuğunu ve aymazlığını aktardığı kadar bir yandan da yinelemelerin döngüsünü tamamlayabilmenin olanaklarını içinde taşır. Ancak hayatlar kadar durgundur bu dilin sınırları: “Senin konuşmalarında işte öylesine açık seçikti her şey: Kristaller, yanardağlar ve küller, buzlar ve içlerinde yanan ateş”. Dilin gücü insanoğlu tarafından keşfedilmiştir. Her durum için kavramları ve sözcüklerden oluşmuş şablonları vardır. Kavramlar kullanılırken hiç üzerlerine düşünülmez. Sadece kullanılır sözcükler. Dil üzerine çok düşünmeden duruma göre sarfedilen gelişigüzel sözcüklerden oluştuğu kadar bir oyundur aslında. Undine için aşk, hayaller ve dilin kendisi de oyunlardan ibarettir. İnsanoğlu hayatını yaşanılası kılabilmek için oyunları bulmuştur. Oyunlar hayatı kolaylaştırır ne de olsa. Çünkü her oyunda oyuncuların rolleri ve pozisyonları bellidir: “Oh; oyunu bu kadar güzel kimse oynayamazdı, ey siz canavarlar! Keşfetmediğiniz oyun kalmadı, sayı ve sözcük oyunları, düşsel oyunlar, sevi oyunları” . İnsanoğlu oynadığı bu oyunlarda gerçekliği taklit eder ve bunu da gerçeklik diye nitelendirir Undine açısından: “Adeta öldüresiye gerçek” . Kendi dilinin olanaklarıyla yarattığı bir gerçekliktir bu insanoğlunun. Oyunsu bir gerçeklik. Yanılsamaları, değişmez kuralları, uzlaşımları, sabit anlamları içeren bir dildir bu. Böylesi bir dilin etkisinden kurtulabilmek Bachmann’a göre farklı bir dilin sınırlarını zorlayarak gerçekleşebilir: Çünkü kalıcı olan şu değil mi: önümüzde hazır bulduğumuz bu kötü dil ile zorlanarak, henüz gerçi yönetimi ele geçirmediğimiz, ama sezgilerimizi yöneten ve öykülememiz gereken o öteki dilin kapılarını zorlamamız gerekmiyor mu?  Undine yaşadığı su dünyasında fırtınalar, akıntılar, dalgalarla devingenlik, değişkenlik gösteren hayatına koşut kavramlarının da anlamalarının yeniden kurgulama çabasını görmek olası. Toprak dünyasının sabitliğine karşın kendi su dünyasında ürettiği dil yaratıcılığın izlerini taşıyan yazının dilidir. “Kendim ile  kendim arasındaki o ıslak sınır…”  bu sınır tıpkı kendi dünyası gibi değişkenlik gösterir. Anlatıcının iç dünyasını ikiye bölen çelişkilerin yansıyışıdır bu. Toprakla su, yukarısıyla aşağısının sınırlarında olan, kimileyin varoluşun kimileyin dilin kıyılarını kucaklayan bir kadındır konuşan. Metnin sonunda imgelerle kurduğu kendi dünyasına davet eder: “Gel! Yalnız bir kez! / Gel!” . Bu aynı zamanda yeni bir öznenin inşasını temin edebilmek için kendisini ifade edebilmenin sınırlarını zorlayan bir öykücünün çağrısıdır. Bachmann’ın deyişiyle metinsel düzlemde yaratılan bir ütopya’da anlamları yeniden kurarak nefes alma çabasıdır:" Ama işte, hiç bir zaman tümüyle sahip olamayacağımız o sezilen dile öykünmekten söz ediyorum. Bir dize ya da sahne de somutlaşan, bitmemiş bir parça halinde sahibiz ona yazında; o ütopyayla karşılaştığımızda derin bir soluk alıyor ve onunla beraber dile getirdiğimizi kavrıyoruz."


.