Kategoriler

22 Ekim 2013 Salı

Doris Lessing (1919-2013)




22 Ekim’de Kirmanşah’ta (İran) doğdu.

Romanlar hiçbir zaman yanıt vermezler.

Nobel Edebiyat Ödülü’ünü 2007 yılında Doris Lessing’e verirken “Kuşkunun, tutkunun ve görselliğin gücüyle tuzla buz olmuş bir uygarlığı sorgulayan, dişil deneyimlerin epik yazarı Lessing” demişti jüri üyeleri. Nobel’i aldığında 88 yaşındaydı yazar.Birçok kitabında savaşın etkisiyle hep yaşamın kıyısında, yeni yaşama olanakları arayan ailesiyle deneyimlediklerini, bir kadın olarak varoluş sorunlarını anlatır Doris Lessing.

1.Dünya Savaşı’nda bir ayağını kaybeden babası artık İngiltere’den ayrılmak istedi ve aynı savaşta sevdiği adamı kaybettiğinden yaralı askerleri şifalandırmak için hemşireliği seçen Emily ile evlendi. İran’a giderler, babası Imperial Bank of Persia’da çalıştı ve bu yıllarda Doris Tayler dünyaya geldi. Önce İngiltere’ye sonra da Zimbabwe’ye giderek orada yerleştiler. Aldıkları arazide çiftçilik yaparak geçinmeye başladılar. Bu farklı coğrafyalarda savaşın travmasından kurtulmaya çalışan ailesiyle mutsuz bir çocukluk geçiren yazar genç yaşta evinden ayrıldı. Hemşire yardımcılığı, sekreterlik yaptı ve yerel gazetelerde kısa metinler yazdı.

Doris, 1939’da Frank Charles Wisdom ile evlendi ve art arda bir kız bir de oğlan çocuğu dünyaya getirdi. 1943’te çocukları babasının yanında bırakarak yanlarından ayrıldı. İkinci evliliğini 1945 yılında Alman politik göçmen Gottfried Lessing ile yaptı. Bir oğlan çocuğu dünyaya geldi ve oğluna, bir zamanlar kendi anne-babasının ona vermek istediği Peter adını verdi. Sonraki yıllarda boşanmasına karşın kitaplarında yine de Lessing soyadını kullanmayı yeğledi. Boşanmasının ardından oğlunu alarak Londra’ya taşındı.

İlk romanı Türkü Söylüyor Otlar’da (1950), bir sömürge ülkesi olarak Afrika’yı konu alarak ırkçılık sorununu bir kadının sesinden öyküler. Dilsel ve kurgusal anlamda farklı katmanları iç içe eriterek kaleme aldığı Altın Kitap (1962) birçok eleştirmen tarafından başyapıt olarak nitelendirilir. Bu deneysel kitabında özyaşamöyküsel öğeleri kullanarak iki bağımsız kadını öyküsel düzlemde buluşturur. Argos’taki Kanopus (1979-1983) adlı beş romanlık dizisini en önemli yapıtları olarak değerlendiren yazar, bu kitapların türü için bir de ad verir: Bu tür Science Fiction değil Space Fiction’dır.

2008’de anne ve babası üzerine yazdığı kitabı Alfred ve Emily’de babasının savaş döneminde yaşadığı travmaları miras edindiğini ve bu korkunç mirasın yaşamı boyunca onu adım adım izlediğini dile getirir.





O dönemi hepimiz hatırlıyoruz. Benim yaşadıklarım da diğerlerinin yaşadıklarından farkı yok. Ama yine de paylaştığımız olayların ayrıntılarını birbirimize tekrar tekrar anlatıyoruz;  yinelerken, dinlerken, şöyle diyoruz sanki: “Senin için de öyleydi demek? Eh, bu da olup biteni doğruluyor; evet,  bunlar oldu, olmuş; kafamdan uydurmuyormuşum demek?”  Bir yolculukta tuhaf, alışılmadık yaratıklarla karşılaşmış insanlar gibi, bazen doğruluyor, bazen de fikir ayrılığına düşüyoruz: “ O kocaman mavi balığı gördün mü?” “Yo, senin gördüğün sarıydı!” Ama üzrerinde yol aldığımı deni, aynı denizdi; sona yaklaşırkenki  o sürüncemeli, huzursuz, gergin süreç herkes için, her yerde aynıydı; kentlerimizin daha küçük birimlerinde –sokaklar, yüksek apartmanların oluşturduğu kümeler, bir otel; tıpkı kentlerde, uluslarda, bir kıtada olduğu gibi… Evet, söz konusu olayların doğası düşünüldüğünde, bunun oldukça tumturaklı bir imgelem olduğunda hemfikirim: acayip balıklar, okyanuslar filan.
(…)
İnsanların kölelerle, kurbanlara, şamar oğlanlarına ihtiyacı vardır ve “evcil” hayvanlarımızın çoğu da bunun içindir, çünkü onları, olmaları gerektiğini düşündüğümüz şekle sokmuşuzdur; tıpkı insanoğlunun da ondan beklenen şey olup çıkması gibi. (Hayatta Kalma Güncesi, Çeviren: P. Özgören)






Doris Lessing Portreleri: